19 Aralık 2011 Pazartesi

Çarlar Ülkesinden Sovyetlere, Sovyetlerden Federasyona; “RUSLAR”

’19. yy. sonlarında, 1877’de Osmanlılarla olan savaşların sonuncusu bir imparatorluğun çöküşünü hazırlarken 20. yy. başlarında, 1917’de kendi çarlıkları da son bulur. Yeni kurulan Sovyetler Birliği II. Dünya Savaşının bitiminde Avrupa’nın ve de Dünya’nın paylaşımında ABD karşısında yeni bir güç odağı, süper güç olur. Ve bu süper güç 20. yüzyılın sonlarına doğru rekabete kansız bir şekilde son vererek kendine dönse de -ABD gibi dünyanın diğer bölgelerinde söz sahibi olma yerine- kendi bölgesinde, coğrafyasında söz sahibi olmak için 21. yüzyılın başlarında yeniden kolları sıvar’

Giriş

Tarihin Belirsizliği (1)
Rusya, bir savaş alanında olduğu gibi sınırları uzun süre belirsiz kalmış; üstünde İskandinavya’dan gelen Vareglerin, Asya içinden gelen Tatarların, Moğolların akınlarına hedef olan Slavların dolaştığı topraklara sahiptir. Doğa burada hiçbir şeyi belirleyip kapatmamış, gözün gördüğü hiçbir sınır bulunmamaktadır. Ruslar yüzyıllar boyunca istila tehdidi altında ormanların kıyısında düşman gözlemiş; Kazaklar, Karpatlardan-Pasifik’e, Kuzey Buz denizinden-Hazar Denizine at koşturmuşlardır.
Rusya, kültürel ve tarihi varlığını 1000 yıldır sürdürürken; yüzyıllar boyu kendine yaşam alanı yaratmak için bir okyanustan ötekine, -Atlantik okyanusuna bağlı Kuzey Denizi’nden Bering Boğazı'nın buz tutmuş kıyılarına, Arktika’dan Orta Asya’ya kadar- doğal sınırlara ulaşma peşinde koşmuş; bu topraklarda oturan ve geleneklerinin farklı olduğunu savunan topluluklarla hep kavga içinde olmuştur. Rusya, bu coğrafya üzerinde, hem tarihin hem de doğanın sunduğu göz kamaştırıcı zenginlikler üstünde, hep yeniden kurulacaktır. Rusya’ya bir varlık ve yasallık kazandıran diğer ülkelerle (Krallıklar ve Avrupa) giriştiği savaş ve mücadeleler olmuş; “Rusya” sözcüğü de Rus İmparatorluğu ve Çarlık kavramıyla örtüşmüştür.
Rusya tarihine baktığımızda ise sürüp giden bir serüvenle karşı karşıya kalırız: İlkçağların Rusyası, Korkunç İvan, Büyük Petro ve II. Katerina’nın imparatorluğu, I. Aleksandr ile Napolyon’un savaşı; Doğu gücü olarak kutsanan Rusya’nın, sonu belirsiz ‘Asya’nın fethi’ serüvenine atılıp perde arkasında kalan İngiltere ile 100 yıl boyunca savaşması; sonunda, sahip olduğu muazzam topraklara hiçbir zaman bütünlüğüyle egemen olamayan, yapılanmış ekonomiler karşısında mesafe sorunlarını çözemeyen kırılgan bir imparatorluk kurulur. Toplumsal mucize ve ulusal kimliklerin birbirleriyle bağdaştırılması düşü olan Sovyetler Birliği, birbirlerine karışan kültür farklılıkların aldatıcı görüntüsünü oluşturur.
Rusya’yı tarih boyunca tüm uğraşlara rağmen ne Moğollar ne Fransızlar (Napolyon) ne Osmanlılar ne de Almanlar (Hitler) dize getirebilmiş. Dünyadaki ilk sosyalist rejim denemesi, tarihi açıdan bakıldığında çok geniş topraklar üzerinde önce Rusya, sonra Sovyetler Birliği’ne ve daha sonra yeniden Rusya’ya dönüşen bu ülkeye çok önemli stratejik yararlar sağlar.

Rus Tarihi (2)
1000 yılından kısa bir süre önce orta Dinyeper ve Yukarı Volga arasında kurulmuş olan Rus Devleti’nin kaderi uzun süre Avrupa’nın kaderinden ayrı bir yol izler.
Xlll. Yüzyıl ortalarından XV. Yüzyıl sonuna kadar Tatar boyunduruğu (egemenliği) altında kalan Rus toplumu, Kilisenin etkinliği ve yönlendirmesi ile zengin geleneklerle donanan bir topluma dönüşür.
Rusların 1223’te Moğollara yenilgisi tarihi dönüm noktasıdır. Bir asır süren ihtişamlı bir hükümranlık sürecinde Altınordu Devleti 100 yıla yakın Rusya’nın efendisi olmuştur. Bu bağımlılık Ruslara pahalıya mal olmuş; Ruslar, Türklerden özellikle Tatarlardan çok çekmiş, çektiklerinin kat kat acısını çıkararak, -Türklerin onları yok etmemelerinin karşılığında onlar da farklı yöntemlerle- Türkleri yok edeceklerdi. Kafkasları ve Sibirya Hanlığını topraklarına katarak, doğuya doğru Orta Asya bozkırlarına kadar sınırlarını uzatırlar.

Moskova Devletinin Yükselişi
Geçici prensliklerin ardından Korkunç İvan merkezi Moskova olan bir devletin temelini atar. Rus topraklarını Moğol-Tatar boyunduruğundan kurtaran büyük Prens III. İvan kendini, 1500’lü yıllarda ‘Bütün Rusya’nın Prensi’ ardından İstanbul’un Fethi (1453) sonrası “Bizans İmparatorluğu’nun mirasçısı ve Ortodoks aleminin gerçek hamisi” olarak ilan eder. IV. İvan ilk kez kendini ‘Çar’ ilan ederek Moskova ve kendi büyük prenslikleri altında birleştirir. Moskova ve çevresi saltanat yanında kültür merkezi olarak da gelişir.

Karışıklık Dönemi ve Romanovların Tahta Gelmesi
1600’lü yıllara doğru Rusya’nın tamamen çökmesine yol açacak bir siyasal ve toplumsal kargaşa dönemi yaşanır. 1613 yılında III. Mihail’in Romanov ailesinden çarlığa seçilmesi ile siyasi istikrar başlatılarak, karışıklık sona erer. Bundan sonra 1917 Ekim devrimine kadar Romanov Hanedanlığı, Çarlık iktidarını yönetmeyi sürdürür.
XVIII. yy’da Avrupa ile bütünleşmeye girilir. Büyük Petro döneminde sınırlar Baltık kıyılarından Karadeniz’e yayılmış, güçlü bir deniz hakimiyetine sahip olmuş, batı ve doğuya doğru da genişlemiştir.
Ruslar, Türklerin özellikle XVI. ve XIX. yüzyıllar arasındaki dünyadaki gelişmeleri görememelerini, tehlike karşısında birleşmemelerini, birbirleriyle olan kavgalarını lehine çevirerek Büyük Rusya’yı kurarlar. Kazan, Astrahan ve Kırım Büyük Hanlıklarını Çar egemenliğine sokup Moğollardan da tarihi öcünü alarak Güney Avrupa Türklerinin sonunu hazırlarlar. (3)
XlX. yy’ın ilk yarısı ekonomik gelişmelere damgasını vurmuştur. Rusya’nın batı Kapitalizminin gerisinde kalmasında yatan en büyük neden nüfusun büyük çoğunluğunun toprağa bağlı, bir köylü toplumu olmasına bağlanır. Yapılan reformlarla köylüler yanında yönetim, hukuk ve askeri alanlarda yenilikler getirilmiş, 1861’de “Serflik” kaldırılabilmiştir.
Ruslar, 1881’de suikasta kurban giden ve ‘Sulhsever Çar’ unvanını taşıyan, II. Aleksandr döneminde daha gerçekçi bir politika izlerler. Ayni zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nda benzer siyaseti izleyen II. Abdülhamit ile uzun bir barış döneminde; her iki ülkede demiryolları, okullar ve sanayi inşasıyla farklı bir döneme girilir. “Eğer Batılı devletlerin sürüklemesiyle Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu kendileri için lüzumsuz bir dünya savaşına girmeseler; 1877-78 savaşı son harp olacak gibiydi.” (4)

Sanayi Devrimi ve Muhalefet
Serfliğin kaldırılması ile Rusya kapitalist aşamaya girer. 1880’ler sonrası sanayi gelişerek, yoğun demiryolu inşası, demir-çelik, metalürji sanayisindeki gelişmeler hız kazanır. 1890’lardan 1900’lere kadar ülkenin sanayisi gözle görülen bir değişime uğrar. XVIII. yy’dan bu yana Batı ve Sanayi Devrimi, 1917 Devriminden sonra Çarların otantik yönetimine dayanan imparatorluk yıkıntıları üstünde, yeni bir adla yeni bir toplum kurma hayaliyle sonuçlanır. Sanayinin gelişimi ile birlikte yükselen muhalefet, Marksist ideoloji ile donanarak işçi ve köylü kitlelerini iktidara ulaşmak için örgütlerler.

Rusya’dan Sovyetlere
Rus Sosyalistlerin 1888’de kurmuş olduğu Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi, 1903’de Menşevikler (azınlık) Bolşevikler (çoğunluk) olarak bölünür. V.İ. Lenin’in etrafında toplanan Bolşevikler ise iktidar için yoğun bir çalışmaya girişirler. 1905 ve 1907’de oluşturulan yasama meclisi (Duma) ile meşruti bir monarşinin yürürlüğe girmesi, köylerdeki ayaklanmalardan, ordudaki ve şehirlerdeki devrimci çalkantıları durduramamış, 1905’te başlayan, devrim süreci durdurulamamıştır.
Şehirli nüfusun artması hızla gelişen bir toplumsal muhalefeti de doğurur. Çar II. Nikolay devlet işleriyle pek ilgilenmeyip, iktidardaki bu tembellik ve zayıflık, I. Dünya Savaşında verilen büyük kayıplarla birleşince, gelişen gelen huzursuzluk Şubat 1917 yılında tüm Rus toplumunun imparatorluğa karşı ayaklanmasına yol açar.
Gogol’den, Çehov’a XIX. yüzyıl Rus yazarları, toplumu yüzyıllarca süren durağanlığını farklı bir biçimde dile getirirler. Bununla birlikte XX. yüzyılın başlarında bir şehir proletaryasının ortaya çıkarak, 400 yıllık otokrasi rejimi olan çarlık düzenine, Rus İmparatorluğu’na son veren, Ekim 1917 Rus Devriminin nesnel koşullarını yaratırlar.
I. Dünya Savaşı sona ermeden Rusya Ekim 1917’de tüm dünyayı sarsacak ve 20. yüzyıla damgasını vuracak bir olaya sahne olur. 19. yüzyıl klasik Alman düşünürlerinden felsefeci Friedrich Hegel'den “diyalektiği”, Ludwig Feuerbach'tan “materyalizmi” alarak “Diyalektik Materyalist Felsefe” adıyla bütünleştiren; (5) kendi deyimiyle: “başı üzerinde duran insanı ters çevirerek ayakları üzerinde durmayı gösteren“ Karl Marks’ın, Friedrich Engels’le birlikte geliştirdiği “Marksizmi”, “Sosyalist-Komünist Devrim” teorisini, “işçi sınıfı” diğer adıyla “proletarya diktatörlüğü” düşüncelerini; Vladimir İ. Lenin, ‘Parti İdeolojisi’ şeklinde geliştirdiği teorisiyle (Marksist-Leninist ideoloji) Rusya’da pratiğe dönüştürerek yıllarca yapmış olduğu mücadelesini sonuçlandırır. (6)
Rusya’da “Bolşevikler” adıyla bilinen siyasi oluşum, çarlık sistemini yıkarak “Sosyalist Devrimi” gerçekleştirir. Tüm üretim araçlarının devletin olduğu, özel mülkiyetin olmadığı, sınıfsız bir topluma ulaşmak için işçi sınıfının iktidara el koyduğu bir düzen oluşur. Bu oluşum Rusya’nın çevresindeki ülkelere de sıçrayıp -ama gönüllü ama işgal sonucu- sosyalist rejimler kurulur. Bu ülkelerde -ABD oluşumu gibi- Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni (SSCB) oluşturur. Böylece, ABD ve SSCB öncülüğünde dünya “Kapitalist ve Sosyalist Blok” olmak üzere iki cepheye ayrılır. Bunun dışındaki “Üçüncü Dünya” olarak da adlandırılan geri kalmış/gelişmekte olan ülkeler hareketi “Bağımsız Blok” (Bağlantısız Ülkeler) olarak isimlendirilecektir.
20. yüzyılın başına kadar “Sanayi Devrimi” bu bölgeye ulaşmamış, Rusya’da sosyalist sistemin (1917) kurulması sonrası sanayii hamlesi ile tanışmıştır. Orman ve tarım potansiyeli yanında önemli madenleri ve enerji kaynakları mevcuttur. II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetlerin yörüngesine giren Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ile Yugoslavya ve Arnavutluk’ da Sovyet yörüngesi dışında sosyalist rejimi benimsemiştir. (7)

Sosyalist Blok ve SSCB’nin Çöküşü
Sosyalist sistemi benimseyen ülkeler, ekonomik yapılanmalarını -ortak bir düzen olarak- Sovyet düzenine göre yapılandırarak (Yugoslavya ve Arnavutluk dışında) SSCB egemenliğindeki bir birlik olan COMECON çevresinde toplanır. İlk olarak hepsinde ağır sanayi kurulması göz kamaştırıcı bir durumdur. Ancak, planlamadaki katı uygulamalar arz-talep arasındaki dengeyi bozar. Son olarak da önem verilmeyen ve teknik araçların ve teşviklerin yokluğu yüzünden verimi düşen tarım sektörü, artan kent nüfusunu besleyemez hale gelir. Bu durum karşısında birçok reform girişiminde bulunulmasına rağmen üretilen mallar -doymuş ve kolay beğenmeyen- uluslararası pazara açılamaz. Sanayileşmiş -ama ağır planlama sistemi yüzünden ne sorunlarını çözebilmiş ne de bunalımları atlatabilmiş- Doğu Avrupalı devletler, 40 yıl içinde hızlı bir sanayileşmeyle altüst olur. 1989 ve 1990’daki yaşanan gelişmeler de sistemin yıkımını getirir.
Soğuk savaş döneminin sosyalist sistemin Batı dünyası ile olan rekabetinde ‘Silahlanma, Nükleer ve Uzay’ çalışmalarına yapılan fazlasıyla harcamalar nedeniyle teknolojisini yenileyememesi; Kapitalist sistem ile yarışta geride kalması Sosyalist sistemin çöküşünü tetikleyen önemli nedenlerin başındadır.
Sovyet diplomasisi M. Gorbaçov ve E. Şvardnadze’nin öncülüğünde 1985’den başlayarak; “Açıklık” (Glasnost) ve “Yeniden Yapılanma” (Perestroyka) adı altında, ABD ile silahsızlanma görüşmelerine ve Doğu Avrupa ülkelerine bağımsızlıklarının tanınması politikasına dayalı bir tutum izler. 1987 yılında START-I Washington Antlaşması ile Avrupa’daki orta menzilli nükleer füzelerin sökülmesine karar verilmesi SSCB’nin soğuk savaşı sona erdirme iradesidir. Ancak Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan tıkanma üzerine, bütün sistem her alanda çözülmeye başlamıştır. Doğu Almanya’da 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılışı, diğer ülkelerdeki çözülmeleri de tetikler. Nisan 1991’de Varşova Paktı dağılınca, Sovyetler Birliği’ndeki siyasal süreçte dağılma yönünde hızlanır. Gorbaçov’a rakip olan Yeltsin’e karşı 1991 Ağustos ayında yapılan darbe başarısız olunca önce SBKP, 1991 Aralık ayında da SSCB resmen dağılır. 8 Aralık 1991’de Minsk’te toplanan Rusya, Ukrayna ve Belarus devlet başkanları Bağımsız Devletler Topluluğu’nu (BDT) kurarlar. Daha sonra 21-22 Aralık 1991’de Alma-Ata toplantısında bu oluşuma diğer cumhuriyetler de katılırlar. Yeltsin, yeni Rus devletinin önderliğinde BDT’nin başına geçer. START-II Antlaşması için ABD ile masaya oturulup nükleer silahların yeni ve daha kapsamlı indirimi sağlanarak soğuk savaşa son verilir.

Ve Diğer Gelişmeler
Gorbaçov, köklü reform uygulamaları bağlamında, yeniden yapılanma (Perestroyka) gerçekleştirmeye çalışsa da bu reformlar doğal olarak ekonominin dışına taşar. Sosyalizm ile kapitalizm arasında ’üçüncü yol’ arayışı, serbest pazar ekonomisinin ideolojik ve politik ağır basması ile sonuçlanır.
Eski SSCB, ABD gibi süper bir güçtür. ABD’den sonra dünyanın ikinci sanayi devleti iken günümüz Rusya’sı 7. büyük sanayi ülkesi konumundadır. Eski SSCB’nin mirasçısı olan Rusya dünyada yeni bir yer edinme çabasında kendi yapılanması ve iç sorunları ile uğraşarak siyasi istikrar ve arkasından ekonomik büyüme çabasındadır. Ancak etnik mozaik, özerk bölgeler ile tarihi sorunlar her gün artarak Çeçenistan örneğindeki gibi terör kol gezmektedir. 1986 Kazakistan, 1987 Kırım Tatarlarının gösterilerini ayni yıl Baltık ülkelerindeki hareketler, 1988 yılında Ermenistan, 1989’da Moldavya, Beyaz Rusya, Ukrayna izlerken, Transkafkasya ve Orta Asya’da tehlikeli ayaklanmalar başlar. 1990’da Baltık ülkeleri ilki başlatarak birlikten koparak bağımsızlıklarını elde ederler. Önceleri yakın çevrede başlayan ulusal istekler bütün Cumhuriyetlerin bağımsızlıktan farkı olmayan egemenlik istekleri ard arda gelir. 1991 Nisanından sonra SSCB dağılarak, Cumhuriyetler ardarda bağımsızlıklarını ilan eder. 1991 yılında Rusya Cumhuriyeti’nin, Rusya Federasyonu’na dönüşümü sonucu toprakların özelleştirilmesi gerçekleştirilecektir.
Sovyetlerin dağılması sonrası Türkî Cumhuriyetler olarak anılan Kafkaslar (Azerbaycan) ve Batı Türkistan’daki (Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan) bağımsız devletler oluşur. Yeni oluşan Rusya Federasyonu’ndaki Türkler ise -tam bağımsız olamayıp- özerk bölge adı altında yaşamlarını sürdürmeye devam ederler.

Rusya Federasyonu ve Gelişmeler
Rusya, Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasının ardından 150 milyon nüfus; 21 Özerk Cumhuriyet, 6 Özerk il, 49 Özerk Bölge, 10 Özerk Yönetim, 2 Federal Şehir (Moskova ve Sen Petersburg) olarak yeniden “Federasyon” şeklinde yapılanır. Nüfusun yüzde 80’i Rus, yüzde 20’si (% 4 Tatar, % 2 Ukraynalı, % 1,2 Başkırt, % 1,1 Çuvaş ve % 12 diğer etnik gruplar) Azınlıklardır.
Rusya, Yeltsin sonrası Putin ile yeniden toparlanarak uzun soluklu bir maratona başlar. Mihail Gorbaçov’un Sovyet ekonomisini çıkmazdan kurtarmak için uyguladığı Glasnost-Prestreoika politikalarının sonucu ekonomik açıdan liberalleşme reformlarına gidilmiştir. SSCB’nin dağılması sonrası ilk sermaye birikimlerini gerçekleştiren bu sınıfa: “Yeni Ruslar” adı verilerek “Oligark” olarak tanımlanmıştır. Bu sınıf özelleştirme kapsamında çoğu sektörü özellikle enerji-doğalgaz-telekomünikasyon gibi hizmetleri yok pahasına bazen de hukuk dışı oyunlarla ele geçirerek servetlerine servet katmışlar. Yeltsin döneminin bir sonucu olarak yaşanan bu gelişmeler -bir nevi geçiş dönemi olarak- çalkantılı bir seyir izler.
Yeltsin’in 2000 yılı başında Putin’i veliaht olarak göstermesi Rusya için yeni bir dönemi başlatır. Yeltsin’i ikinci kez seçen bu sınıf, Yeltsin sonrası için veliaht arayışına girer. Kirienko-Primakov-Stepaşin’in başkanlıkları dikiş tutmaz. Yeltsin; Putin’i önce Federal Güvenlik Servisinin başına, sonra Başbakanlığa getirerek oradan da Devlet Başkanlığına geçişinin yolunu açar. Rusya 2000 yılından sonra Putin’le yeni bir dinamizm yakalar. Ruslar, dışarıda yeniden küresel aktör olarak süper güç olma adımları atarken, içeride de federal yapıyı güçlendirir.

Oligarşiyi Millileştirme Çabaları (8)
Rusya için varolan petrol ve doğalgaz yatakları enerji gücünü ispatlamaktadır. Bu gücü eline geçiren grup gelecekte siyaseti de şekillendirecektir. Putin’de, ilk iş olarak Oligarkları -siyasetten ellerini çekmeleri konusunda- uyarır ve Oligarklara gözdağı verilmesi sürecinde düğmeye basılarak Berezovski ve Gusinski’nin mal varlıklarına el konulur; onların yurt dışına kaçmalarının ardından da ‘Yukos’ operasyonu başlatılır.
Mihail Hodorkovski, Yeltsin döneminin yıldızı parlayanlarından en büyük petrol şirketi Yukos ile sahip olduğu Menatep şirketine devri ve Nisan 2003’te Sibneft ile birleşmesi sonrası Yukos-Sibneft konsorsiyumunun başkanı olur. Rusya’nın en büyüğü olurken dünyanın da dördüncü petrol şirketi olur. Bu yükseliş Kremlin tarafından tehlikeli yorumlanır. 10 yıl sürecinde devasa güce ulaşan Oligarklar, Yahudi kökenli olmaları nedeniyle de Kremlin’e hakim olma savaşı veren Rus Petersburg gurubunca alt edilir.
Yukos’a karşı Rusya Başsavcılığınca, 1994 yılındaki özelleştirmelerdeki usulsüzlük nedeniyle gerçekleştirilen tutuklamaların ardından mal varlıklarının bir kısmına el konulur. Piramidin başı ve lider konumundaki Hodorski, Beçezovski ve Guzinski gibi kaçmayıp, tutuklanmayı göze alarak Rusya’ya döner ve 25 Ekim 2003 tarihinde de tutuklanır. Kremlin üzerine iş dünyası ve politikacılardan baskılar gelir. Fakat Putin şu sözü ile noktayı koyar: “Hiç kimse yasalardan kaçamaz, kişilerin zengin olması yargılanmayacakları anlamına gelmez.”
Putin’in Kremlin ekibine: “Siloviki” (güvenlikçiler) ya da “Petersburg Çekistleri” denilmekte olup ekibe güvenlikçiler dışında liberallerde alınarak görüntü yenilenir. Bu kavgaya; ABD, AB, İsrail ve uluslararası ekonomik konsorsiyumlar tepkilerini yüksek tutmuşlardır. Bu operasyon ilk etapta, Rusya’ya iç ve dış dünyada yeni faturalar yüklemiş olsa da sonucunda; Putin, iktidar mücadelesindeki uluslararası desteğe sahip rakiplerini saf dışı eder. Rusya’nın geleceği üzerinde orta vadedeki alternatifleri de ortadan kaldırarak bir taşla iki kuş vurur. İzlemiş olduğu enerji politikaları sonucu, petrol ve doğalgazını önemli bir silah olarak kullanan Rusya, yeniden yapılanmasını ve iç istikrarını yakalayarak G-8’ler kulübündeki yerini alır.
Rusya’da Ivan Grozni’den bu yana -500 yıldır- iç politik çekişmeler, dış politikaya hizmet etmiştir. Putin bunu tersine çevirme şansına ulaşmış, -ancak bu operasyon işleri biraz yokuşa sürmüşse de- 2004 seçimleri için büyük bir avantaj yakalamıştır. Ardından 2008 yılında Kremlin için halefi Medvedev’i seçtirirken kendisi de –bir dönem sonrasına, 2012’ye rezerve yaparak- yeniden başbakanlık görevine başlamış, Oligarkları iktidar yarışı ve siyasi arenadan uzaklaştırmıştır.

Rusya’nın Yeniden Güç Haline Gelmesi
ABD’nin 11 Eylül 2001 sonrası Afganistan ve Irak işgali ile Atlantik ötesinden gelerek -Rusya’yı kendi bölgesinde hapsedecek gelişmeler çerçevesinde- yeni alanlar yaratması yanında eski Sovyet cumhuriyetlerinden Gürcistan ve Ukrayna'da benzeri bir halk isyanı ile desteklenen, “Kadife ve Turuncu” devrimler olarak da adlandırılan muhalefet hareketleri başarılı olur. Benzer eğilim Orta Asya'da Kırgızistan'da başlayan isyan sonucunda ortaya çıksa da -domino etkisi şeklinde- komşu cumhuriyetlere pek yansımaz. Aksine Rusya’nın bölgedeki gücünü kuvvetlendirerek, Çin ve bölge ülkeleri kapsayan yeni yapılanma olan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ile Asya’da da etkisini artırmasını sağlar.(9) Bir yerde BDT’nin işlevsizliği, Rusya'yı, ŞİÖ ve ardından da Kollektif Güvenlik Antlaşması Teşkilatı gibi bölgesel örgütlere yönelmek zorunda bırakmıştır.
Uluslararası konjonktürdeki gelişmeleri kendi açısından yeniden değerlendiren Rusya, öncelikle, kendi içersindeki özerk yapılanmaları sağlamlaştırmayla işe başlar. Putin azınlıklara yönelik dışlayıcılık yerine kucaklayıcı ve birliktelik içeren politikalar sergiler. Rusya, kendi jeopolitik güvenliği açısından Kafkasya’yı ikiye ayırıp, Kuzey Kafkasya’yı kendi sınırları içersinde tutarak, Güney Kafkasya’yı da bağımsız devletler olarak tanır. Federasyon’un bütünlüğü açısından çözülme yaratabilecek Çeçenistan’ın bağımsızlık talebini kabul etmeyip, -ülkesinin bir “iç sorunu” olarak- Çeçenistan konusunda taviz vermez. Bağımsızlık uğruna 10 yıllık iç savaş şekline dönüşen Çeçenlerin direnişi -tıpkı Bosnalı Müslümanlar gibi- 300 binden fazla Çeçen’in ölümüne neden olsa da; Moskova ve Grozni’deki terör eylemlerinin ardından Kuzey Osetya’daki okul çocuklarının rehin alınarak Çeçen direnişinin terör boyutuna ulaşması; Rusya’nın -iç sorunu konusundaki- haklılığını öne çıkartıcı bir boyut kazanır. Çeçen direnişine verilen uluslararası ve de Müslüman dünyasının desteği, yön değiştirip; Rusya’ya terörle mücadele etmesi doğrultusunda bir desteğe dönüşür. (10) Rusya, 20 milyonluk Müslüman nüfuzu dışlamayıp, önemseyerek; 2005 yılında, İslam dünyası ile entegrasyonu sağlayacak olan İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) gözlemci üye olarak katılır. Müslüman dünyası ve Ortadoğu ile ilişkilerini geliştirmesi, küresel aktör olarak sahnede rol almasına katkı sağlayacaktır.
Putin iktidarı, siyasi getiriler yanında artan petrol ve enerji fiyatlarının da sağladığı ekonomik getiriler sonucu Rusya’yı kısa zamanda bölgesel güç konumuna getirir. İç istikrarı dış dünya ile pekiştirerek, uluslararası platformlarda: “ben yeniden varım” der. Balkanlarda Sırplara vermiş olduğu destek ile 2008’de Kosova’nın bağımsızlığını önleyemese de elini güçlendirir. Kosova’nın bağımsızlığı domino etkisi yaratır. Kafkaslardaki Gürcistan içersindeki Osetya ve Abhazya özerk cumhuriyetleri Kosova’yı örnek alarak bağımsızlıklarını ilan ederler. Gürcistan’ın Güney Osetya’ya askeri müdahalesine Ruslar misilleme yapıp Tiflis önlerine kadar gelir ve Gürcistan’ı kendi topraklarında, Kafkaslar da etkisizleştirir. Rusya bu operasyonla bölgesel güç olduğunu tüm dünyaya göstererek, Soğuk Savaş sonrasının ilk askeri ve de siyasi başarısına imza atar. Ardından Kosova’nın bağımsızlığını destekleyen Batı’ya misilleme olarak da Abhazya ve Güney Osetya’nın tek taraflı bağımsızlıklarını tanır.
Rusya yakın çevresinde yer alan müttefik ülkelerle askeri, siyasi ve ekonomik alanda ilişkilerini kuvvetlendirmeye başlar. Hindistan ile 4 nükleer reaktörün yapımını öngören bir anlaşma imzalarken Küba ile de stratejik ortaklık anlaşması imzalar. Kırgızistan’ın Rusya ile anlaşarak Bişkek'te bulunan ve Afganistan operasyonlarında ABD ile NATO birliklerinin kullandığı askeri üssün kapatılacağını açıklaması veya Rus donanmasının dünyanın çeşitli noktalarında yine üsler kuracağı haberleri, yeniden güç olma yolundaki gelişmelerin göstergesidir.
Nitekim 2009 yılı içerisinde müttefik ülkelere ekonomik destek (6 milyar dolar) sözü veren Moskova, NATO'nun alternatifi olacak yeni bir bölgesel askeri yapılanmaya da önderlik eder. “Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü” (KGAÖ) ülkeleri arasında yer alan Rusya, Belarus, Ermenistan, Tacikistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Kazakistan, “Kollektif Hızlı Müdahale Gücü” oluşturma kararı alırlar. Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev, oluşturulan yeni askeri ittifakın gelecekte NATO ile karşılaştırılabilecek bir güce kavuşacağını, söyler. (11)
2011 Kasımında, Moskova’da “Avrasya Ekonomik Entegrasyon Deklarasyonu”na imza atan Rusya; Belarus ve Kazakistan devlet başkanları ile “Avrasya Birliği” için ilk adımı atarak; ekonomik kriz ile boğuşan AB’ye de alternatif bir yapı için harekete geçmiş oldu. Kurulması planlanan Avrasya Birliği’nde, hükümetler üstü idari organın kurulması ve AB’de olduğu gibi ortak bir ekonomik bölge oluşturulması hedefleniyor. (12)

Sonuç
SSCB kısa sürede Rusya Federasyonu dışında; 3 Baltık (Litvanya, Letonya ve Estonya), 3 Kafkas (Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan), 3 Batı (Ukrayna, Belarus ve Moldova), 5 Orta Asya (Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Özbekistan) olmak üzere 15 “Bağımsız devlete” dönüşür. Rusya Federasyonu (RF) ise SSCB’nin yıkılmasının ardından onun “devam eden devleti” olarak uluslararası topluluğa katılır.
Uluslararası konjonktürdeki gelişmeleri kendi açısından yeniden değerlendiren Rusya, öncelikle, kendi içersindeki özerk yapılanmaları sağlamlaştırmayla işe başlar. Putin iktidarı, siyasi getiriler yanında artan petrol ve enerji fiyatlarının da sağladığı ekonomik getiriler sonucu Rusya’yı kısa zamanda bölgesel güç konumuna getirerek, uluslararası platformlarda: “ben yeniden varım” der.
Kafkaslar, Balkanlardan sonra ABD ile Rusya’nın boy ölçüştüğü bir bölge adeta… Büyük güçlerin çıkarları dün neyse bugünde değişen bir şey yok. Nüfuz alanları için Soğuk Savaş döneminde ideolojileri araç olarak kullanırlarken, günümüzde bu mücadele doğrudan doğruya stratejik çıkarlar ekseninde gelişir. Gürcistan krizi gibi yaşanan son gelişmeler: soğuk savaş yeniden mi dönüyor sorularını beraberinde getirir. Bölgesel sürtüşme ve gerginliklerin sürekliliğinin ardından da yeni bloklaşma ya da cepheleşmelerin oluşabileceği görülmektedir.
Diğer yandan, “Yeni Dünya Düzeni” açısından Ruslar; ABD ve AB karşısında Çin ve Hindistan’la güçlerini birleştirerek ve bu birleşimi Türkiye, İran, Pakistan, Türkî Cumhuriyetler ve diğer müttefik ülkeleri de kapsayacak şekilde geliştirerek yeni bir oluşumu: “Avrasya Birliği”ni gerçekleştirmek arzusundadır. ABD’nin “BOP/GOP” planı karşısında Rusya’nın “Yeni Dünya Düzeni” planı da Avrupa Birliği benzeri Avrasya Birliği olarak şekillenebilecek midir? Dünya, 21. yüzyıl içersinde bu gelişmelere sahne olacak gibi görünüyor!
(http://www.remzikocoz.com)

Remzi KOÇÖZ

Kaynakça:
(1) AXİS 2000-Büyük Ansiklopedi, Milliyet/Hachette Yayınları, Cilt 10, İstanbul 1999, s.230.
(2) AXİS 2000-Büyük Ansiklopedi, Cilt 10, s.223, 232.
(3) ROUX, Jean-Paul, Türklerin Tarihi, Çev. Galip Üstün, Milliyet Yayınları, İstanbul 1998.
(4) ORTAYLI, İlber, “1877 Türk-Rus Savaşı”, Milliyet, 18.12.2005.
(5) TANİLLİ, Server, Değişimin Diyalektiği ve Devrim, Alkım Yayınları, İstanbul 2006, s.44-45.)
(6) POLİTZER, Georges, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Çev.Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara 2002.
(7) AXİS 2000, Cilt 10, s. 226-230.
(8) OĞAN, Sinan, “Yukos Olayı Stratejik Analiz Raporu”, Stratejik Analiz Dergisi, Cilt4, Sayı:44, 2003,
s.17-31.
(9) OĞAN, Gökçen, “Yeni Büyük Oyun ve Orta Asya”, http://www.asam.org.tr/, erişim: 1. 6.2008.
(10) ÇEÇEN, Anıl, “Rusya ve Çeçenistan”, 2023 Aylık Dergi, Sayı: 62, 15. 6. 2006, s.34-39.
(11) KOHEN, Sami, “Gürcistan Krizinden Dersler”, Milliyet, 19. 08. 2008.
(12) “Avrasya Birliği İçin İlk Adım Atıldı”, http://tr.euronews.net/, erişim:18.11.2011.

30 Kasım 2011 Çarşamba

Tarihten Günümüze; “TÜRKLER” (III)

“Uluslar için, atalarının yaratmış oldukları destanlar gurur kaynağı olurken; olumsuz tabloları hiç unutmaz, başarısızlıkları da ibret almaları gereken dersler olur. Tarih bilincini, uygarlık bilinci ile örtüştüren uluslar ise toplumlarını geleceğe diğer ulusların daima önünde taşırlar. Zaten, önemli olan husus: varlığını sürdürebilmek ve onu yücelterek daha da yükseğe taşıyabilmektir.”

Türk Dili
Türk olgusu, Türk gerçekliği bilimsel olarak ele alındığında Arkeologlar, Antropologlar ışığında Türkologlar tarafından: “Türk, Türk dilini konuşandır. Türklerle ilgili biricik tanım dilbilimsel olandır, başkası yetersiz kalır” şeklinde ortaya konulmaktadır.
Tarihteki Türkler ilk metinlerini dikme taşlara, mezar taşlarına yazmışlardır. MÖ VI ve VIII. yy.’lardan kalma Orhun ve Yenisey yazıtları Türk dilinin en eski kayıtlarıdır. Yazılar kültürü, sonrasında yaratılan destanlar ise uygarlığı betimler. Türk halkları V. yy’dan beri çeşitli din ve kültürlerin etkisi altına girip çıktıkları için dilleri de bu değişikliklerden etkilenmiş, çağlar boyunca Türk dilini yazmak için 20’ye yakın değişik alfabe kullanmışlardır. Göktürk-Uygur-Arap alfabeleri sonrası XX. yy’da Türkiye Türkleri Latin alfabesini kabul ederken Sovyetlerdeki Türkler Kiril alfabesini benimserler.
Doğu Asya’dan Batı Avrupa’ya kadar uzanan toprakların bazı kesimlerinde konuşulan aynı ortak dilden çıkmış birçok Türk dili ve lehçesi vardır. Türk lehçelerinin sınıflandırılması konusunda Türkologlar farklı görüşler ortaya koymuşlardır.
Türk dili de zamanla yıpranarak ilk önemli bozulmayı (Arapça ve Farsça sözcük) Osmanlıca adı altında yaşar. Dilleri Türkçe olduğu halde Arapça–Farsça anlatım tarzları dili o kadar bozmuşki bu nedenle XIX. yy’da Türkçe’de reform yapmak gerekmiştir.
Saray çevresinde Farsça hakim olurken, halk atalarından öğrendiği Türkçeyi konuşmayı sürdürmüş; Türkçeyi kurtaran ve Türklerin Türk olarak kalmalarını sağlayan da bu olmuş. Bu insanlar küçük lirik deyişlere, şarkılara, türkülere, destanlara ruh vererek Türkçeyi yaşatmış; saz ve söz ile Türkçe’yi bugünlere taşımışlardır.
Karamanoğlu Mehmet Bey, 1277 yılında ki fermanı ile Türkçeyi resmileştirir: “Bugünden sonra divanda, dergahta, barigahta, mecliste, meydanda Türkçeden başka bir dil kullanılmayacaktır.”
Çağdaş Türkiye’nin kurucusu M. Kemal ATATÜRK ise; “ Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay dildir. Türk dili, Türk Milletinin kalbidir, beynidir” diyerek Türkçeyi ölümsüzleştirecektir.
Moliere, “Kibarlık Budalası” adlı eserinde; Türkçe için “şu Türkçe ne hayran kalınacak dil, az sözcükle çok şey söyler.”
Bitişken dillerden biri olan Türkçe’nin kurallı ve mantıklı oluşu öğrenilmesini kolaylaştırır. Bir diğer özellik ünlü-ünsüz ses uyumudur.
Oğuz Kağan, Alp er Tunga, Ergenekon ve Manas Destanları, Dede Korkut masalları anonimdir. Yusuf Has Hacib–Kutadgu Bilig (Mutluluğu getiren bilgi), Kaşgarlı Mahmut–Edebiyat Antolojisi ilk yazılı eserlerdir. Gazzali, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Nasrettin Hoca, Yunus Emre, Ali Şir Nevai, Köroğlu, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Evliya Çelebi ve adlarını sığdıramayacağımız niceleri ile bugünlere uzanır

Günümüz Türk Dünyasına Bakış
Türkler tarih boyunca boylardan-soylara farklı adlarla tarih sahnesinde hep var olmuşlardır. Bu varlıkların en büyük özelliği savaşçı yapılarından kaynaklanan doğuştan asker ruhlu bir millet olmalarıdır. Bu yüzden Avrupalılar, Çinliler Türkleri “Barbar” olarak nitelemişlerdir. Gözü kara bu insanlar at sırtında kıtadan kıtaya kanlar akıtmış, canlar vermiş, fetihler yapmışlar. Savaşmanın acımasız tüm kurallarını, yaşamak için ayakta kalmak ve de soylarını devam ettirmek için uygulamışlardır. Türklere barbar diyen uluslar Ortaçağ Avrupa’sında, Haçlı savaşlarında, engizisyonlarında akıl almaz vahşetler uygulamışlar, ortaya koymuşlardır. Türkler barbarlıkta onların eline su bile dökemez!
Avrupalılar bu süreci uygarlık potasında eriterek Birleşik Avrupa’ya doğru yol alırken Türkler de 21. yüzyıl coğrafyasında yalnız kalmamak için bu birleşime katılmanın uğraşını hem içerde hem dışarıda vermektedir. Hukuk başta olmak üzere hayatın her alanında son sürat değişiklikler, yenilikler ortaya koymaktadır. Bir yerde ülke olarak yeniden yapılanma (reorganizasyon) gerçekleştirilmektedir. Bazı gelişmeler ağır kalsa da başlamak önem taşıyacaktır.
Türklerin savaş kuralları dışında tarihe geçmiş bağnazlıkları yoktur. Düşmanları Türkleri bağnaz-barbar olarak nitelerler. Günümüzde Yunanlılar ve Ermeniler hala Türk aleyhtarı propagandaları sürdürmeye devam etmektedirler. Bu bize Türklerin evrensellik içeren “Yurtta barış, dünyada barış” değerleri ile barış içerisinde bir arada yaşamanın savunucusu olarak uygarlığa büyük katkılarda bulunduğunu ortaya koyar. Türkiye Cumhuriyeti, kurulduktan sonra Ulusal kurtuluş savaşı sonrası II. Dünya Savaşı, I. ve II. Körfez savaşlarına karşı barış çubuğunu hep yüksekte tutmuştur. Çünkü artık Türkler savaşmanın acısının ne olduğunu, bugünkü topraklarının değerini, bu toprakların savunulması dışında savaşın haksız, kirli, çıkarsal olduğunu çok iyi bilmektedir. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı bunun en bariz örneğidir.

(Kurtuluş savaşını yapmış 13 milyon Türk 2000’lerde 70 milyon olarak büyüyüp gelişir, Türk Dünyası da 200 milyonlara ulaşır. )

Türkler günümüzde yoğunlukla Türkiye’de, Azerbeycan’da, İran’da, Batı Türkistan’da (Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan) ve Çin sınırları içersindeki Doğu Türkistan’da, Kuzey Kıbrıs’ta, Rusya Federasyonu içersinde Tatar, Başkırt, ve Çuvaşların yaşadığı Volga-Ural bölgesinde, Doğu Sibirya’da Yakutistan ile Altay Dağlarının kuzeyinde Tuvalar, Hakaslar ve Altaylıların yaşadığı bölgede yoğunluk oluşturmaktadırlar.
Öte yandan Yunanistan (Batı Trakya), Bulgaristan (Deliorman, Mestanlı, Kızanlık, Kırcaali), Romanya (Dobruca), Moldova (Besarabya), Makedonya (Üsküp), Irak (Kerkük), Suriye (Humus, Halep), Afganistan’da Türk azınlıklar yaşamaktadır.
Ayrıca Batı Avrupa, Avustralya ve dünyanın değişik bölgelerinde yaklaşık 5 milyondan fazla işçi yada göçmen olarak Türk vardır.

Sonuç
Türkler 1699’dan 1922’lere kadar savaş alanlarında, cephelerde kanlarını akıttılar. Kimi zaman yendiler, çoğunda yenildiler. Kala kala 13 milyon kaldılar, oda Anadolu’da. Eşi benzeri olmayan inançları ve sağlam savaşçı ruhları yeniden dirilmelerini sağlayacaktı.
Türklerin 1453 yılında İstanbul’u ele geçirerek Ortaçağı sona erdirerek Viyana’ya kadar büyümelerinin ardından 1900’lere doğru ‘Hasta Adam’ konumuna düştükleri ve yeniden dirilerek “Ulusal Kurtuluş savaşı” sonrası Anadolu-Rumeli yarımadası üzerinde son Türk Devletini kurarak, 20. yüzyıla da damgasını M. Kemal ATATÜRK ile vurmuşlardır. ‘Hasta Adam’ ölecek yerine yeni bir güneş, yeni Türk Devleti, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ doğacaktır...
Tükler bugünde hala özellikleri belirgin ve Avrupalılarla geniş ölçüde birbirine ters düşen insan toplulukları oluşturmaktadır.

(Belkide bu tespitler AB sürecinin bu kadar uzamasının temel faktörüdür. Onun için AB ‘Hazmetme kapasitesi’ şeklinde bir metin hazırlama gereği duyar.)

Türk dünyasının yok olmaya yüz tutuğu son yüzyıl içersinde farklı biçim ve koşullarda gerçek dirilişler yaşanır. Büyük Okyanus dışında Orta Asya ile Akdeniz arasında yeniden hayat bulur.
Geçmiş her zaman geleceğin aynası olamaz, olmamıştır da... Akıl ve bilimle gelecek öngörülebilir; ancak tarihe takılı kalmakla değil tabiki!
Türk dünyası içersinde lokomotif görevi üstlenen Türkiye her geçen gün stratejik açıdan olduğu kadar, her açıdan önemini dahada artırmaktadır. Ortada satranç oynanmakta, Türkler ise kadercilik karşıtı olan akılcılığı öne çıkararak, bölgesini de ardından sürükleyerek yepyeni güç olacak konjoktürdedir. Ekonomik, sosyal, siyasi duraksamalar ve istikrarsızlıklar çağdaş uygarlık yolunda son olumsuzluklardır. Bunlardan da sıyrınıldığında o zaman gösterdikleri çabanın karşılığı olan diğer ulusların yakaladığı ya da yakalamağa çalıştığı bir geleceğe sahip olmak en doğal hakkıdır, Türklerin ve de Türk Dünyasının...

Tarihimizi çok iyi okumamız ve bilmemiz gerektiğinin önemini yıllar öncesinden Büyük Önder Atatürk şu şekilde vurgular: “Tarih bilincini canlı tutamayan Uluslar zamanla erozyona uğrayarak ulus olma özelliklerini yitirerek, başka ulusların egemenlikleri altına girerler.”
Bugün için; Önemli olan yaşamı yarınlara, geleceğe taşıyabilmektir. Sürdürebilmek ve kalabilmektir.
Türk tarihi; şan, şeref, ve sayısız kahramanlıklarla doludur. Kısır çekişmeler, içsel sorunlar ve ardından oluşan duraksamalar bugünkü uygarlığın gerisinde kalınmasının nedenlerinden en önemlisidir.

Destanlar yaratmak yetmiyor.! O destanları korumak, yaşatmak, geleceğe aktarmak gerek.
Tarihle övünmek yetmiyor.! Çalışmak, çok çalışmak, üretmek gerek.
Yürümek yetmiyor.! Koşmak, çok koşmak gerek.
Yoksa hep geriden takip ededurursunuz dünyayı ve uygarlığı...
Onun içinde; tarihe takılı kalmaktan öte tarihten dersler çıkararak, akıl ve bilimi ön planda tutmak öncelikler olmalıdır...
(http://www.remzikocoz.com)

Remzi KOÇÖZ

Dip not / Kaynakça:
(1) ‘Türkler’, Yeni Türkiye yayınları
(2) ‘Türk ve Türklük’, TSE yayını, 1994 Ankara
(3) ‘Vatan, Millet ve Bayrak Sevgisi’, Kültür Bakanlığı Yayınları
(4) ATATÜRK, M.Kemal, ‘Nutuk’
(5) GÜRÜN, Kamuran, ‘Türkler ve Türk Devletleri Tarihi’, Bilgi yayınevi, Eylül 1984
(6) GÖKALP, Ziya, ‘ Türkçülüğün Esasları’, Varlık yayınları
(7) TURAN, Osman, ‘ Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti’, Ankara 1965
(8) ROUX, Jean-Paul,‘Türklerin Tarihi’,Çev. Galip Üstün, Milliyet yayınları, 6.baskı,Haziran 1998
(9) Axis 2000 Büyük Ansiklopedi, cilt-12, Milliyet / Hachette yayınları, s.96
(10) DİNAMO, H.İzzettin,‘Kutsal İsyan’(Ulusal Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesi) [8 Cilt], May yayınları
(11) DİNAMO, H.İzzettin,‘Kutsal Barış’ (Ulusal Kurtuluş Savaşı Sonrasının Gerçek Hikayesi) [4 Cilt]
(12) ÖZAKMAN, Turgut, ‘Şu Çılgın Türkler’, 5.basım, Bilgi yayınevi
(13) RAN, N.Hikmet, ‘Kuvayı Milliye Destanı’, Cem yayınevi
(14) KOÇÖZ, Remzi, ‘Bozkırda Bir Şehir’, Çağın Polisi Dergisi, sayı-24, Aralık 2003

24 Kasım 2011 Perşembe

Tarihten Günümüze; “TÜRKLER” (II)

“Elde avuçta hiçbirşey yokken, emperyalizme, galip devletlere, Yunan ordusuna, Ermenilere, Pontus çetelerine karşı silahlı mücadeleye girişmeyi çılgınlık sayanlar çoktur. Silahsızlandırılmış Türk ordusunun bu tarihteki gücü, o da kağıt üzerinde, 35-40 bin kişidir. Oysa Türkiye’deki silahlı işgalcilerin sayısı giderek 400 bin kişiyi bulacaktır. Yoksul, bitik Anadolu, 400 bin işgalciyi ve 10 binlerce silahlı-silahsız haini yenmeyi başaracaktır. Milli Mücadele işte bu mucizenin, bu onurlu, güzel çılgınlığın adıdır.”
Turgut ÖZAKMAN (Şu Çılgın Türkler)

Yeniden Diriliş
1914-1918 yılları arası Osmanlı İmparatorluğu yeni bir maceraya sürüklenerek Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanında I. Dünya Savaşına girer. Ve bu süreç şu şekilde dramatilize edilir: “Zavallı Anadolu 5 cepheye, durup dinlenmeden kan ve can pompalar. Halk uzun yıllardan beri cephede ölümle, cephe gerisinde yoksullukla boğuşa boğuşa tükenmiş, içine kapanmıştır.”
Müttefiklerinin yenilgisi sonucu; bu savaşın galipleri tarafından Osmanlıların fiili olarak paylaşılması kararı alınır. “Pantürkizm Hazar kıyılarında, Panislamizm Arabistan çöllerinde ölmüş, elde yalnız bitkin ve yoksul Anadolu kalmıştır.”
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros mütarekesi Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşı sonunda teslimiyet belgesidir. Anadolu’unun işgalinin ardından İstanbul ortaklaşa işgal edilir, Ortaçağın haçlı anlayışı yeniden hortlatılır. Emperyalist güçler işgal ile yetinmeyerek 1920 tarihinde imzalanan Sevr anlaşması sonucu ‘Doğu Sorunu’na noktayı koymuş, Anadolu paylaşılacaktı!

19 Mayıs 1919 günü Samsun’da yakılan “Kurtuluş Meşalesi” Amasya, Erzurum, Sivas üzerinden Ankara’ya gelmiş. Ankara yakılan bu meşaleyi devralmış, tüm yurda yaymış. 20. yüzyıldaki kaderini, gerçek yerini bulmak için M. Kemal ve arkadaşlarına saltanattan ve işgalden uzakta kucak açmış. Onlara Türkün ateşten gömleğini giydirmiş. Misyon yüklemiş, güven vermiş, moral olmuş, küsmemiş, hiç ama hiç yılgınlığa düşmemiş.
İstanbul ve Anadolu’dan gelen temsilcilerle Millet Meclisi toplanmış, yeni Türk devletine giden yolda bir ilk daha gerçekleştirilerek, Hükümet kurma iradesi gösterilmiş. Ardından Misak-ı Milli ruhuyla siyasi alt yapı gerçekleştirilerek zaman geçirmeden Kuvayi Milliye ruhunu cephelerde düzenli orduya dönüştürmüş; bir ara Sakarya’nın doğusuna, Polatlı yakınlarına kadar çekilerek -askeri deha olarak nitelenen çekilme harekatının- ardından son darbeyi Büyük Taarruzla noktalayarak, Türkün savaş ustalığını tüm dünyaya göstermiş, Türkün ulusal kurtuluşunu gerçekleştirmiştir.
Süngüsü olmayanlar tüfeğinin dipçiğiyle, kazmasıyla, küreğiyle, yüreğiyle, yumruğu ile göze göz, dişe diş dövüşürler. Yakup Kadri’nin deyimiyle; “Bağımsızlığı ve özgürlüğü için mücadele eden bir halkın destanı bu.” Bu savaştan öte bir şeydir. Yüzyıllardır uykuya yatırılmış bir ulusun yeniden dirilmesidir, varolma mücadelesidir.

Binlerce yıllık ihtişam sonrası Türklerden geriye bir büyük kentle, bağımsız ve egemen olabilecekleri Türkiye devleti kalmıştı.
“Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Çünkü,Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir” sözleri yeniden dirilen Türk milletinin son Ata’sının ona duymuş olduğu büyük sevgisinin yansımasıdır. Türk tarihinde bir dönüm noktası olan Kurtuluş Savaşı'nı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve devrimlerin yapılışını, Cumhuriyetin ilanına kadar uzanan başarılı bir tarihi akışın hikayesi, yeniden diriliş Atatürk'ün kendi kaleminden çıkan “Nutuk” adlı eserde tarihe not düşülür.

Diğer Türk dünyasına gelince; 1917 devrimi Çarlık karşısında ezilen Türkleri Sosyalist, Panislamist ve Pantürkist ideolojiler çalkantısında şaşkınlığa düşürecek, bağımsızlık ya da özerklik hareketleri kısa sürede bastırılacaktı. Sovyetlerin dağılması sonrası Türki Cumhuriyetler olarak anılan Kafkaslar ve Batı Türkistan’daki bağımsız devletler oluşacaktı. Yeni oluşan Rusya federasyonundaki Tükler ise özerk bölge adı altında yaşamlarını sürdürmeye devam edecek tam bağımsız olamayacaklardı. Çeçenlerin direnişi canlı bir örnektir. 1974 Barış Harekatı sonrası Kıbrıs Türkleri KKTC’yi kurmuş, bugüne kadar tanıyan olmamışsa da (Türk dünyası ve Müslüman coğrafya dahil) AB sürecinde tüm olumsuzluklara rağmen Anavatan güvencesinde yaşamlarını sürdürecekti.

Etnoğrafik, Antropolojik, Arkeolojik Bulgular
Türk tarihini inceleyen Türkolog, Arkeolog ve Antropologlar Türklerin demir-çelikle tarih sahnesine çıktıklarını, Batının barbarlık çağında Türklerin medeniyetleri ile Doğu ve Batıyı etkilediklerini ifade etmektedirler. Ergenekon Destanı, Türklerin tarih sahnesine çıkışlarını sembolize etmektedir. Bu destana göre:
“Tanrının gücü ile ateş kızdıktan sonra demir dağ eriyip akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününün, kutsal saatini bekleyip, bu yoldan Ergenokon’dan çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün ondan sonra Göktürkler’de bayram oldu. Her yıl o gün gelince büyük tören yaptılar. Bir parça demiri ateşe salıp kızdırırlar. Önce Kağan bunu kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Ondan sonra tüm Türk beyleride böyle yapıp bu günü kutlarlar.”

Türklerin kökenlerinin göksel olduğu ve olağanüstü, mucizevi bir doğum sonucunda dünyaya geldiği şu efsane ile dile getirilir:
“İlk Türkler olarak bilinen Hiung-Nular, T’u-kü-e’nin özel bir dalı A-se-na olarak ad almışlardır. Topluluk olarak komşuları tarafından yok edilmelerinden bir tek 10 yaşında bir erkek çocuğu sağ kalmış, ona da düşman askerler tarafından acınarak ayakları kesilip bataklığa atılmış, orada dişi bir kurdun onu etle besleyerek büyüttüğü, dişi kurtun onunla çiftleşerek gebe kaldığı, komşu hükümdarın bunu öğrenmesi üzerine öldürülmekten kurtulan dişi kurt Turfan ülkesinin kuzeyinde bir dağa kaçmış. Bu dağın içersindeki mağarada uçsuz bucaksız verimli bir ova da dişi kurt 10 erkek çocuk dünyaya getirmiş. Bu çocuklar büyüyerek dışarıdan evlenerek çocukları olmuş. Bu çocukların çocuklarından biri kendine Asena adını vermiş. Tarihteki Türk boylarının bu şekilde ortaya çıktığı ve çoğaldıkları “Türk” soyunun T’u-kü-e’nin torunlarından türediği söylenegelmiştir.”

Ortak Paydalar, Sosyolojik Özellikler
“Türk” sözcüğünün gerisinde “Törük” yada “Türük”, onun da “Güçlü” ya da “Güçlüler” anlamına gelerek boy ve soydan öte siyasi bir örgütlenmeyi nitelediği ortaya konulmuştur.
Onunda “T’u-kü-e” sözcüğünden geldiğini, Türkçe konuşanları anlatmak için de zamanla ortak payda olan “ Türk” sözcüğü doğmuştur.
“T’u-kü-e” Türk dilinde miğfer anlamına da gelir. Göktürkler döneminde Altay dağlarının eteklerinde oturdukları için, miğfer biçimindeki dağın şeklinden Türk adını almış oldukları Çin kaynakları tarafından anlatılmaktadır. Tarihin akışı içersinde Türk adı Göktürklerle yayılır.
Ziya Gökalp’e göre; Türk kelimesi, geniş manasıyla törülmüş (yaratılmış), türemiş, çoğalmış millet yahut töreli, kanunlu, nizamlı ve düzenli millet demektir.
Kışın soğuk şiddetlidir. Eksi 50 dereceye kadar düşer. O zamanda sular, göller herşey buz kesilir, donar. Yazın çok sıcak olabilir, bazen düzensiz mevsimler sonrası fırtınalar, doğal afetler boy gösterir. Tüm bunlar bozkırın çetin koşullarından birer kesit. Türklerin vücutları ve ruhları bu fırtınalar, kışlar ve taşlar kalıbında biçimlenerek, derinlemesine etkilenmiş, “Güçlüler” olarak adlandırılmalarına yol açmıştır.
Orta Asya bozkırlarında egemen olan “Şan-yu” ünvanı terkedilerek, yerini “Kağan, Han, Hakan” ünvanları alır. Daha sonrasında “Sultan, İmparator, Şah, Padişah” ünvanları alınır.
Eski Türk toplumlarında kadın ailenin önemli bireyi olarak yüceltilmiştir. Türk destanları buna vurgu yapar. Türk kültüründe ülkeyi yöneten Hakan’ın eşine “Hatun” ünvanı verilir, Hatun törenlerde, şölenlerde, savaş kararlarında hakanın soluna oturur siyasi ve idari konularda görüş sunarmış. Cahiliye devri Araplarında, Hristiyan toplumlarında, Roma İmparatorluğunda, Çin’de kadın ikinci sınıf iken; Türk kadını saygın bir konumdadır. Zamanla Türk kadını bu konumunu kaybetse de Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk eski Türk toplumunun geleneklerinden hareketle Türk kadınını tarihte ait olduğu en yüksek mertebeye yükseltmiştir.
Avcılık ve toplayıcılık aşamasından hayvancılık aşamasına, Ren geyiğinden “at kültürü”ne geçmişler; attan çekme gücü olarak yararlanmayı, ata binmeyi ilk olarak onlar öğrenmişler, “Eyer ve Üzengi”yi icat etmiş, usta birer okçu olarak nam salmışlar; at üstünde okları, yayları ve kılıçları ile kıtadan kıtaya döt nala dolu dizgin yenilmez olmuşlar.
Atlarındaki eyer takımları yüzyıllar boyu sürekli değişerek hep gelişmiş; başlarına örme zırh, vüutlarına levhalı zırh kuşanır, silah olarak da; oku, yayı, kargısı, baltası, kalkanı ve daha sonraki zamanlarda kılıcı en kusursuz silahı olmuştur.
Teknik ve ateşli silahların gelişmesi sonrası savaşçı kimlik değişerek insan gücü arka planda kalacaktır. Tabiki diğer gelişmeleri de göz ardı edemeyiz. Köroğlu’nun, “delikli demir icat oldu mertlik bozuldu” sözünün paralelinde Türklerin tarih sahnesindeki üstünlükleri durağanlaşacak, düşüşe geçecektir..
Dünyanın en eski maden işleticisi olan Türkler Altay dağlarında demir işlerken, Anadolu yarımadasında toprağı işleyerek köylülük yanında maden çıkaran, zanaatla uğraşan sanayici olarak da var olurlar. Kırsal kesimde toprak işlerken kentlerde işlikler etkinleşir.
Temel besin maddelerinden sütün işlenmesi sonucu elde edilen Yoğurt (Yoğur eylemi kalınlaştırmak, yoğunlaştırmak demektir.) Türklerin en ünlü buluşlarından biridir. Çiçek Aşısı XVII. yy’da ilk kez İstanbul’da bulunarak kullanılmış. Kahve, Türklerin Viyana kapılarına dayandığı günlerin sıkıntısında Avrupalılar tarafından bulunmuştur.

Güzel sanatlar açısından; Türk resim, heykel ve mimarisi olarak ölülerin mezarları üzerinde abide, kitabe, ve heykellerin yapıldığı ve bunun bir anane olduğu kazılar sonucu elde edilen buluntulardan anlaşılmaktadır. Orhun abide ve kitabeleri ile Bilge Kağan’ın heykeli Türk mimari ve heykel sanatının eskiliğini gösterir. Madeni eşya üzerinde yapılmış insan ve hayvan resimleri, mücadele sahneleri hayvan resim sanatı adını alarak Avrupa’da araştırmalara konu olmuştur. Türk mimarisinin kalıcı eserlerini Selçuklular başlatmış, Osmanlılar Anadolu’dan, Balkanlara taşımışlardır. Cami, medrese, türbe, hastahane, kervansaray, kale ve köprülerle Türk mimarisinin en güzel eserleri günümüze ulaşmıştır.
Selçuklular devrinde tasavvufun yayılması musikinin gelişmesine katkı sağlarken, ünlü düşünür İbn Haldun, “musiki medeni yükselişin son ve sükutunda ilk sanatıdır” der. Müziğin ruh üzerinde bu tesirini hesap eden Türkler Edirne Darüş-şifa’sında hastaları konser ile tedavi ediyorlarmış. Osmanlı müziğinin yükselmesinde tekkeler çok büyük rol oynar. Nitekim Avrupa’dada kiliseler de ayni rolü üstlenmişlerdi. Türk halk edebiyatı gibi zengin olan Türk halk müziğide Orta Avrupa’ya kadar yayılırken öte yandan da İslam dünyasına uzanır.

Antropolojik nitelemeler çok sağlam olmasa da Türklerin ilk dalının ırksal özellikleri zaman içersinde dışarıdan evlenmeler sonrası -elmacık kemikleri çıkık, sarışın, mavi gözlü, gözleri çekik yapan- o kandan çok yabancı, Moğol, Çinli, İranlı, Yunanlı, Kafkasyalı, Rus, Zenci kanı akmaktadır. Günümüzde yeryüzünde saf ırk olmasa da Türklerin karışık bir ırk olmadıkları betimlenmektedir.
Türkler tarihlerinin hiçbir zamanında tek bir yerde, belirli sınırlar içinde kalmamışlar, kurdukları büyük imparatorlukların sınırları içerisinde sayısal açıdan Türkler azınlık kalmışlardır. Son olarak Osmanlı İmparatorluğu saray çevresinde “Türk” sözcüğü küçümsenmiş, XIX. yy’da köylüyü kaba saba olan kişiyi anlatmak için kullanılmıştır.
Pantürkizim, panislamizme rakip olarak 1789 sonrası gelişir. Türk sözcüğü Fransız Devrimi sonrası yeniden canlanarak “Jön Türkler-Genç Türkler” önceliğinde ortaya çıkar. Şair M. Emin Yurdakul’un “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” dizeleri tepki toplasa da buna bir örnektir. Ziya Gökalp, “ Türkler, maddi silahların manevi değerleri hükümsüz bıraktığı son asra kadar, üç kıtada bütün milletleri yenerek, tabiyetleri altına almışlardır. Demekki Türk felsefesi , bu milletlere ait felsefelerin hepsinden daha yüksekti. Bugünde öyledir” diyerek Batı medeniyetlerini küçümsemektedir.

M.Kemal ATATÜRK;
“Benim yaradılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. Büyük adamlar yetiştiren bir ırk, her halde büyük bir ırktır. Bir kavmi anlamak için onun liderlerini tetkik etmekten daha iyi bir vasıta yoktur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” diyerek Türk adını ilelebet sonsuza dek yaşatacak olan Türkiye Cumhuriyetini, devletini kurmuş, 20. yüzyıla damgasını vurmuştur. (Sürecek…)
(http://www.remzikocoz.com)

Remzi KOÇÖZ

18 Kasım 2011 Cuma

Tarihten Günümüze; “TÜRKLER”

“Bu memleket dünyanın beklemediği asla ümit etmediği
bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine sahne oldu.
Bu sahne 7000 senelik en aşağı bir Türk beşiğidir.
Beşik, tabiatın rüzgarlarıyla sallandı.
Beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı.
O çocuk, tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından,
evvela korkar gibi oldu.
Sonra onlara alıştı.
Onları tabiatın babası sandı.
Onların oğlu oldu.
Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu, şimşek, yıldırım, güneş oldu;
Türk oldu, Türk budur.
Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
M. Kemal ATATÜRK

Türkler, “Dört nala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” 2000 yıllık bir serüven. Geçmişinde yer yer kan ve şiddete, yer yer barışa, hoşgörüye, inceliklere rastlanılmakta, insanlık serüveninde onlarda yer almaktadır. Bu serüven Fransız Türkolog Roux tarafından, “İnsanları olağanüstü bir serüvene çağırmak istiyorum. Bu serüven, sıradan olanın üstüne çıkan her şey gibi, karşıtlıklar, aykırılıklar ve aşırılıklardan oluşuyor. Ve işin ucunda, bu serüven, bu adı taşımaya layık, en iyiye de en kötüye de yetenekli insanın, içinde hala, bir zamanlar kaçınılmaz olarak olmuş olduğu barbarla bugün olmak durumuna eriştiği uygarın yaşadığı tüm insanın yapıtı” olarak anlatılır.
Türklerin egemen oldukları Doğu’dan Batı’ya, Mağrip’ten Ganj’a, Mançurya’dan Macaristan’a, Pekin’den Viyana’ya 2000 yıllık bir tarih geride kalır. Göçebe Türkler, tüm Avrasya bozkırlarını baştanbaşa aşmış, Avrupa ve Uzakdoğu’yu saldırıları ile bunaltmış, Ruslara boyun eğdirmiş, egemenliklerini Pekin, Delhi, Kabil, İsfahan, Bağdat, Kahire, Şam, Tunus, Cezayir kentlerinde pekiştirmiş, tarih yazmış, 150 civarında devlet kurmuşlardır.
Hakanlar ölüyor, devletler yıkılıyor, arkadan gelen başka Türk boyları görevi devralıyordu. Ülkeleri değil, kıtaları altüst etmişler ve bu korkunç devletler ve bu korkunç devletlerarasında sarsılması hiç de kolay olmayan egemenlikler yaratmışlardır.
Tarih boyunca, Hiung-Nular, Hunlar, Dokuz Oğuzlar, On Uygurlar, Kırkızlar, Selçuklular, Memluklar, Kıpçaklar, Altınordulular, Timuroğulları, Osmanlılar vb. adlarla tanınan Türklerin insanlığın serüvenindeki rolleri temel nitelikte olmuştur.

Türklerin Tarih Sahnesine Çıkışları
Türkler kesin olarak saptanamayan bir tarihte Asya’nın Kuzey Doğu bölgelerinde ortaya çıkmış, MÖ 7000 tarihlerinde Türkler tarafından kurulan Orta Asya’daki Anav medeniyeti, Türklerin varlığını MÖ 10000’lere, dahası Nuh tufanına kadar götürmektedir.
MÖ I. Bin yıl içersinde Sibirya ormanlarını terk ederek Yukarı Asya bozkırlarına doğru göç etmiş, Tanrı dağları ve Balkaş gölü bozkırını doldurmuşlardır.
Başlangıçta Altay dağlarında yaşayan Türkler demirci bir halk olarak bilinen dağınık boy, federasyon biçiminde bir araya gelerek başa geçen kişinin adını alır. Liderin ölümünde ani bir biçimde dağılarak boyların her biri yeniden bağımsız olurlar. Ardından bazı boylar bir başka birleşme ile bir araya gelerek sürekli yeni oluşan adlarla tarih sahnesinde varlığını sürdürürler. Bu gelişim Türklerin göçebe toplum yapısını ortaya koymakta ve Türkoloji ile uğraşan bilim adamlarının ortak paydaları olmaktadır.
Beyler bir araya gelerek “Bozkır Devletleri” adı altında federasyon şeklinde varlıklarını savaşarak sürdürürler; savaşlar sonucu öyle bir vurucu göçe ulaştılar ki yerleşik krallıkları yerle bir edip tarih sahnesinden silerler.
“Siz bizim için Altay’da silah yapan kölelerimiz değilmisiniz?” diyerek küçümsedikleri Türkler karşısında; Çinliler, MÖ IV. yy’da Hunların akınlarına karşı Büyük Çin Seddi’ni inşa etmişlerdir. Teoman’ın oğlu Mete Han Çinliler için bir kabus olmuş. Hun toplulukları 375’te Volga’nın batısına geçerek Vizigotları, Ostrogotları ve Alanları yerlerinden edip Avrupa’yı altüst eden Kavimler hareketine yol açmışlardır.
Attila’nın önderliğinde Hunlar Avrupa’yı titretmişler. Batıdaki iki seferi Avrupalılar tarafından ona “Tanrı’nın felaketi, geçtiği yerde ot bitmeyen adam” unvanını kazandırırken, Hunlar ve genelinde Türkler “Barbar” unvanı almışlardır. Yüzyıllar sonra -yeniden dirilerek- ardından onu izleyecek olan Cengiz Han ve Timurlenk kabus gibi çökerler. Moğol tarihçisi Cuvayni Tarih-i Cihan-guşa adlı eserinde; Moğol istilasının tahribatını Buhara’dan kaçan birisisinin şu sözleriyle özetler: “Geldiler, yıktılar, yaktılar, öldürdüler, götürdüler ve gittiler.”

(Rusya’nın 1223’te Moğollara yenilmesi, Cengiz Han’ın büyük bozkır imparatorluğuna ve onun ötesinde de göçebe ve yerleşik Türklere karşı XX. yy’a kadar sürecek olan bir savaş, Rus düşmanlığının ilanıydı. Bin yılı aşkın süredir Türkçe konuşulan tüm topraklar Slav olmuştu. Nasıl mı? Ülke dışına sürgünler, idamlar, asimilasyonlar sonucu soykırımın daniskası yapılmıştı! )

Tarihte belirli bir güce ulaşan Türk liderler öncelikle komşuları olan tüm Türkleri yok etmeyi hedef almışlar, Timurlenk örneği en acımasızıdır. Geçerli düşünce; “Gökyüzünde tek tanrı olduğu gibi yeryüzünde onun temsilcisi tek hükümdarlıktır.”
Timur, “iki efendi onu paylaştığı sürece, tüm dünyanın bir değeri yoktur” diyerek Osmanlılarla kozlarını paylaşır. Bugünkü Türkiye’nin başkenti Ankara’da Osmanlıları yenerek Attilla ve Cengiz Han’dan sonra adını tarihe kazıtır. Öyle bir kazıtır ki; o güne kadar oluşmuş uygarlıklar yeni uygarlıklar yaratılsın denilerek tarih dümdüz edilecektir. Bir deprem, bir kasırga gibi filleriyle ezip geçer, İnsanlığı ve yaratmış olduğu eserlerini.
Bozkırdaki uzun sessizlik sonrası birden ortaya çıkarak dalga dalga yayıldıkları üç kıtada Attila, Cengiz Han, Timurlenk korkunç anılar bırakmışlarsa da, kimi zaman egemen oldukları halklara parlak dönemler yaşatmışlardır.
Ardından Fatih, Yavuz, Kanuni üçlüsü Türklerin üç kıtada varlıklarını cihan imparatorluğu olarak yaşatırlar. Ardından dünyadaki daha doğrusu Avrupa’nın önünü çektiği gelişmeler öne çıkar. Keşifler, Buluşlar, Reform, Rönesans, Uluslaşma ve Aydınlanma sonrası haritalar değişerek imparatorluklar yıkılarak yerine ulus devletler kurulur. Osmanlı İmparatorluğu olarak Türklerde bu gelişmelerden nasibini alır, duraklama, gerileme sonrası çöküş yaşanır. Bu çöküş esnasında koca imparatorluk diğer milletlerin, azınlıkların ihanetlerini, umursamazlıklarını yaşarken imparatorluğu savunmak, savaşmak Türklere düşer.

İslamiyet ve Türkler
Türklerin dünya üzerinde yayılış ve egemenliklerini bazı tarihçiler 4 ana devir olarak ele alırlar. Hunlar, Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar... İlk iki devre İslam’dan önce kapalı alanda Orta Asya’da yaşanırken sonrasındaki iki devirde İslamiyetle iç içedirler. Selçuklular 4 asır, Osmanlılar ise 6 asır olmak üzere toplam 1000 yıllık bir süreçte üç kıtada, Türk ve İslam dünyası adına uygarlık yarışında önemli eserlere imza atmışlardır.
Uzun süre Asya bozkırlarında göçebe ve savaşçı topluluklar olarak yaşayan Türklerin eski tarihinin ayrıntılarını ortaya çıkarmak son derece güçtür. Asya ve Avrupa’da aralarında Hun ve Göktürk imparatorluklarının da bulunduğu birçok siyasi birlik kuran Türklerin, VIII. yy ortalarında İslamiyeti benimsemeleri tarihlerinin dönüm noktası olur. Arapların 751 yılında Taşkent Türkleri ve Karluklarla ittifak yaparak Talas Savaşında Çinlileri yenmesi, Orta Asya’nın Çin’in etkisine girmesini önleyip, gelecekteki İslamlaşma için uygun zemin hazırlar. Önce Selçuklular sonra Osmanlılar İslam dünyasının önderliğini ele geçirerek bu dini Hindistan’a, Anadolu ve Balkanlar’a taşır. Nüfusu 150 milyonu bulan ve büyük bir bölümü Müslüman olan Türkler, batıda Balkanlar’dan doğuda Sibirya’ya, kuzeyde Buz Denizinden güneyde Tibet’e kadar uzanan çok geniş bir alana yayılmışlardır. Türk adını taşıyan ilk devlet ise VI. yy ortalarında Orhun ve Selenga ırmakları arasında yaşayan Göktürklerdir.
İslamiyet öncesi Budacılık, Manicilik, Şamanizm yanı sıra Zerdüştçülük, Yahudilik ve Hristiyanlık Türkler üzerinde iz bırakır. Müslümanlık Türklere dinini, uygarlığını verirken; Türkler Müslümanlığa ordularını, canlarını vermişlerdir. Türkler Müslümanlığın resmi ideolojisi dışında inanç olarak, içten hizmet ederek uygarlığa güzel eserler bırakmışlardır.
Selçuklular-İran’da, Tabgaçlar-Çin’de, Memlükler-Mısır’da, Babur Şah-Hindistan’da, Osmanlılar-Üç kıtada, Türkler Müslümanlığın önce kılıcı sonra kalkanı olmuş hep savaşmışlardır.
Türkler yerleşik kültüre adım atarken kurmuş oldukları devletler içersinde hem azınlık, hem hoşgörü zincirini iyi koruyarak, kendilerinden olmayanları ne Müslümanlaştırmaya, ne Türkleştirmeye çalışmışlardı.
Müslüman mezhepleri Şiilik ve Sünnilik arasındaki kavga tarih boyu sürerken Türk dünyasına da sıçramış, Osmanlılar ve Safeviler arasında Müslüman “Ortodoks ve Protestanlığı” çatışmaları yaşanmıştır.

Zirveden, İnişe Gelişmeler
Bilim ve teknik alanında dünyanın önünde olan Türkler, Doğu ve Müslüman dünyası içinde katar rolü üslenmişlerdi. 1500 yılları tarih sahnesinde önemli bir dönüm noktasıdır. Üstünlük Asya’dan Avrupa’ya geçmiştir.
Göçebelerin üstünlüğü çağın tekniği ile son bulurken; ateşli silahların ortaya çıkması, ok-yay-kılıç-kalkanın, atın niceliksel ve niceliksel olarak tepetaklak olmasıydı. Tekerleğin geriye dönüşü olmadığı gibi tarihte geriye dönüş yoktu.
XV. yy başlarında top-tüfekle tanışan Türk dünyasının bir bölümü dünyanın gidişatına ayak uydurup egemenliğini sürdürürken, daha doğu da Asya’da kalanlar üstünlüklerini yitirerek tarih sahnesinden zamanla kendi kabuklarına çekilmiş, Müslüman dünyası da bu çöküşten nasibini almıştır.
Batı dünyası gelişmesine devam etmiş, ilk aşaması coğrafi keşifler; İkincisi XVI. yy sonlarında gelecek olan Aydınlanma çağı sonrası modern bilimsel düşünce olmuş. Ardından Sanayi Devrimi dünyayı kasıp kavururken -Doğu özelinde- Türkler onların ürettiklerine bakmakla yetinerek matbaayı da gecikmeli olarak almıştır.
(Bu bize şunu gösteriyor bozkır atlısı olarak kalan Türkler tarih sahnesinden çekilmiş, ateşli silah devrimine katılanlar yollarına devam etmişlerdir. )

O dönemde Müslüman dünyası içersinde bir tek Türk devleti Osmanlılar bu gelişmeleri yakalayabilecek güçtedir. Kanuni ile evrensel uygarlığın büyük doruklarına ulaşılır. Her çıkışın bir inişi olduğu gibi zirvede kalmak çok zordur. Hak yerine, adalet yerine, erdemlik yerine; müsriflik, miskinlik, kokuşmuşluk gibi olumsuzluklar ağır basmış. Yönetim bu değerlerden uzaklaşıp zevki sefaya dalınca, liyakat yerine lütuf ortaya çıkınca bu doruklardan inişe geçilmiş. Uzmanlar yerine, hatır sahibi insanlar göreve atanarak idareyi maslahat yoluyla çürümeye yol açmışlar.
Bu gelişmeler (reform, rönesanas, uluslaşma, aydınlanma ve sanayi devrimi sonrası) ışığında, Onlarda (Osmanlılar); -kademe kademe yolları ayrılan- diğer Türk devletleri gibi misyonunu tamamlayarak tarih sahnesinden çekilmişlerdir. (Sürecek…)
(http://www.remzikocoz.com)

Remzi KOÇÖZ

31 Ekim 2011 Pazartesi

KÜRESELLEŞMENİN UYANDIRDIĞI BİR DEV; ÇİN (III)

“Yin bir tepenin gölgelikli kuzey yanını, yang da güneşli güney yanını tanımlar. Yin ve yang birlikte Tao'yu meydana getirirler. Tao 'yol' anlamına gelir. Evrendeki her şey yin ve yang enerjilerinden türemiştir. Her zaman birbirleriyle etkileşim halindedirler. Biri öteki olmadan var olamaz. Yang etken, eril, baskın ve olumludur. Güç ve enerji doludur. Yin edilgin, alıcı, dişi, doğurgan ve negatiftir.”

SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEM

Tiananmen Öğrenci Olayları
1980’ler sonuna doğru doğu bloğu çatlamaya başlar. Kitlesel gösteriler artar. Bu gelişmelerin Çin’e yansıması Tiananmen öğrenci olayları şeklinde gelişir. 15 Nisan 1989’da özgürlük ve reform sembolü olan eski ÇKP sekreteri Hu Yaobang’ın ölümünü anmak için Tiananmen meydanında toplanan öğrenciler hükümete karşı reform isteklerini karşı-devrim hareketi şeklinde bildiriye dönüştürerek 100 binlere ulaşınca kontrolden çıkarak şiddete yönelir. Çin, 4 Haziranda çok sert bir şekilde bastırarak tankların altında kalan binlerce öğrenci yaşamını kaybeder. Çin bu olayın ardından dünyaca izole edilir. Batının izolesine karşı Hong Kong ve Tayvan Çin’in imdadına yetişir.

Çin-Tayvan Birleşme Sorunu
1950-60’lardaki Çin’in ulusal birleşme politikası askeri güç ve barışçıl yollardan Tayvan’ı özgürleştirmek arasında gider gelir. 1970’ler sonrası Çin’in tanınması Tayvan’la ilişkilerdeki gerilim yumuşama getirir. 1978-79’da Çin doğrudan görüşmelere geçilmesi yolunda bütün engellerin kaldırılarak ticaret, posta, ulaşım gibi alanlarda gelişme ister.
1982 anayasası ile özel yönetim bölgeleri kurulması öngörülerek 1980’ler sonrası “bir devlet iki sistem” planı yeniden Tayvan’la Çin’in birleşme politikasının temelini oluşturur. Tayvan’daki reformların ardından 1990’daki önerisi sonuç getirmese de Çin, 1995 yılında 8 öneri daha getirir.
Tayvan’da tek parti iktidarına karşı gelişen muhalefet, 1986’da Demokratik İlerleme partisini kurar. Bu parti Tayvan’ın bağımsızlığı fikrini kullanarak yeni bir açılım getirir. 1987’ye kadar “düşmanla görüşmek, uzlaşmak kendi kendimizi yok etmekle eşdeğerdir” şeklindeki Tayvan’ın resmi Çin politikasında bir değişiklik yoktur. 1990’da Tayvan devlet başkanı Lee, Çin’le görüşmek için 3 ön şart getirir, Çin tarafından kabul görmeyince bunların teker tekerde ele alınabileceğini önerir. DİP’in gelişen muhalefeti Tayvan’ın bağımsızlığı fikri resmi görüşü de esnetir. Tayvan’da Başkanı doğrudan halkın seçmesi talebi Çin politikasına karşı bağımsızlık yanlısı bir başkaldırıdır.
1990’da kurulan “ulusal birleşme konseyi”, 1991’de birleşme programını kabul eder: “Çin anakarası ve Tayvan, Çin’in topraklarıdır; Çin ulusunun birleşmesine yardım etmek bütün Çinlilerin ortak görevi olmalıdır.” Tayvan seferberlik ve savaş halini kaldırır, müzakereler için vakıf, Çin; ilişkiler derneğini kurarak görüşmeler 1992’de karara bağlanır. İlişkiler 1992 konsensüsü olarak tarihe geçer.
Bu konsensüs üzerine 1993’de Singapur’da Koo-Wang görüşmeleri başlatılır,1994’de ilişkiler Lee’nin G. Doğu Asya ziyaret diplomasisi ve ardından Çin’de Tayvanlı turistlerin öldürülmesi sonrası yara alır. 1995’de Çin’in 8 önerisine Tayvan 6 görüş bildirir, ardından 1995 Koo-Wang görüşmelerinin ikinci turuna hazırlanılırken Lee’nin ABD ziyareti işi bozar. Çin buna tepki amacıyla Tayvan yakınlarındaki sularda füze denemesi, hava ve deniz tatbikatı başlatarak yeni bir boğaz krizi yaratır.
Bruney’deki zirvede ABD’nin Çin politikasını destekleyerek, Tayvan’ın bağımsızlığını desteklemediğini söylemesine rağmen geçmişte olduğu gibi el altından desteklemesi Çin açısından alışıldık şeylerdir. Ancak Çin, ABD’nin sözlerinin arkasında durması için tatbikata devam eder.
1995’de New York zirvesinde Çin ABD ile Tayvan konusunda bir uzlaşı sağlayamasalar da aralarındaki ilişkilerin devamına karar verirler. Tayvan’da Aralık 1995 parlamento seçimleri öncesi Lee’nin Japonya’daki APEC toplantısına katılmak istemesi, Tayvan’ın kendi füzesini denemesi ve karşı tatbikat yapması, DİP’in oylarını artırması üzerine Çin’in düzenlediği tatbikatın ardından ABD uçak gemisi Tayvan boğazından geçiş yapar. ABD üstü kapalı olarak Tayvan’a silah yardımına devam ederek bağımsızlık yanlısı politikasını destekler.
1996 başkanlık seçimleri öncesi Çin Tayvan’a karşı Fujian bölgesine yığınak yaparak füze atış denemelerini yoğunlaştırması üzerine ABD bölgeye iki uçak gemisinden oluşan donanmasını intikal ettirir. Çin; geçmiştekinin aksine ABD’nin nükleer tehdidine karşı koyacak gücünün olduğunu, ABD’nin Taypey yerine Los Angeles’le ilgilenmesini belirtmiştir. Çin’in ABD’ye Tayvan liderlerine vize verilmemesi baskısı yeni görüşmeleri getirir. 1997 New York zirvesinde Clinton ABD’nin tek Çin prensibini benimsediğini deklere eder. Zirve 1998’de bu kez Pekin’de yapılır.
Tayvan lideri 1999’da BM üyelik girişimleri yanında iki eşit devlet fikri yapılması düşünülen Çin-Tayvan görüşmelerinin iptaline neden olarak yeni Tayvan boğazı tatbikatının başlamasına sebebiyet verir. 1999’da Yeni-Zelanda zirvesinde ABD Tayvan’a silah satışını askıya alarak, Lee’nin düzeltilen ilişkileri gerdiğini, Çin’inde Tayvan’a yönelik güç kullanmaması konusunda uyarıda bulunur.
21. yy’da Çin ve Tayvan; 2000’lere gelindiğinde Çin ve Tayvan cephesinde önemli gelişmeler yaşanır. Hong Kong ve Makau Çin topraklarına katılır. Bu Pekin’in gücüne güç katarken Tayvan açısından olumsuz gelişmedir. 2000’lerden itibaren büyüyerek gelişen ekonomisini bölgesel konumdan küresel seviyeye taşıyarak 2001’de DTÖ’ye üye olur. Tayvan konusunu dondurarak ekonomik ivmesini yükseltmeye devam eder. Soğuk savaş dönemi ABD-Çin ittifakı Sovyet tehdidini sona erdirmiştir. Soğuk savaş sonrası ABD’nin ilan ettiği Yeni Dünya Düzeni ve askeri gücünü artırıp, NATO’yu genişletmesi ve ardından yaşanan Irak harekatı Çin gibi diğer ülkeleri tedirgin eder. Peşinden Huntigton’un ortaya koyduğu medeniyetler çatışması tezinin odağında Çin hedef gösterilir.
Çin-ABD ilişkileri bu gelişmeler ışığında çatışır. 1999 Belgrat büyükelçiliğinin ABD tarafından yanlışlıkla bombalanması 1995-96 Tayvan boğazı krizinin rövanşı olarak yorumlanır. Nisan 2001’de Doğu Türkistan üzerinde keşif uçuşu yapan Çin savaş uçağıyla ABD casus uçağının çarpışması ilişkileri tamamen gerer.(4) Bush yönetimi uzun bir süre Çin’in beklediği özür yerine üzüntülerini iletir. Haziran 2001 tarihinde Çin-Rusya önderliğinde 4 Orta Asya devletiyle birlikte Şanghay işbirliği Örgütü’nün kurulması safları belirginleştirir.

11 Eylül Saldırıları ve Çin’in Uluslararası Terörizme Karşı Politikası
11 Eylül sonrası Çin ABD’ye desteğini iletir. Yıkılan ikiz kulelerde 14 Çin firmasının olması nedeniyle Çin halkı da acıları paylaşarak, BM’nin terörizme kaşı çıkan kararlara aktif olarak katılacağını duyurur. Çin kendisi için terörist sayılan ama Batı ve ABD için tehdit oluşturmayan guruplarında uluslararası terörle mücadele komisyonu tarafından kabulünü ister. Çin yapılacak olan mücadele için politikaların BM’den çıkması hususunda uyarıda bulunur. Çokuluslu yapı yerine birkaç devletin yer alması, terör saldırılarına cevap verilirken ”haklı savaş” kurallarının gözetilmesini ister.
11 Eylül saldırısı “İslam-Batı ekseninde medeniyetler çatışması yerine hegemonyalar arasında bir mücadele anlaşılmalıdır” şeklinde düşünceler geliştirilir. ABD birliklerinin Körfez savaşı sonrası Ortadoğu’da askeri varlığını devam ettirmesi gibi El-Kaideyi bahane ederek Orta Asya’da Çin’i çevreleme politikası konusunda endişe duyar.
Çin, terörü 3 şer kuvvet; “terörizm, bölücülük ve kökten dincilik” olarak gruplandırır. Çin ABD’ye destek karşısında kendi terörle mücadelesine ABD’den destek verilmesini ister. İçsel yorumlarda ABD’nin bu saldırıyı hak ettiğini, ders olacağı şeklinde karşıt görüşler yer alır. 11 Eylül sonrası Çin’in Afganistan’a eğitimde, askeri ekipmanının bakım-onarımında, altyapıda desteğine karşılık; Doğu Türkistan bölgesinden gelen Müslümanların eğitilmemesini, barındırılmaması isteği basında işlenir.
Japonya’nın da ABD’ye destek vereceği açıklaması, Başkan Bush’un 2002’de Japonya’yı ziyaretinde Asya-Pasifik barış ve huzurunun merkezi olarak Japonya’yı göstermesi Çin’i endişelendirir. Japonya’nın Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasına finans sağlaması gerekçesiyle ABD ile güvenlik-işbirliği alanını genişletmesi, Çin’in bölgesel çıkarlarına karşı tehdit olarak algılanır.
ÇKP Kongresi ve Gelişmeler;2002’de ÇKP Kongresinde Çin’in geleceği ve sosyalist ilkeler açısından önemli kararlar verilir. Yaşlı üyeler emekli edilirken yeni nesil bir lider Hu Jiantao partiye lider olur. Eski lider Jiang Zemin yeni döneme “3 temsil teorisi” ilkeler olarak sunar: 1) Sosyal üretim güçlerini parti üyeliğine almak, 2) Çin kültürünün muhafaza ve geliştirilmesi, 3) ÇKP’nin tüm halkı kucaklaması. Bu ilkeler sosyalist modernleşmeyi hızlandıracak kavram olarak adlandırılır.
Hu, 2003’te başkan, 2004’de Askeri komite başkanı olur. Çin anayasası kapsamlı olarak değiştirilir. Özel mülkiyet, özel sektör, sosyal güvenlik ve insan hakları güvenceye alınırken, üç temsil teorisi ve rejimin Çin tarzı sosyalizm olduğu belirlenmiştir. Çin’in uluslararası prestiji artarak, dünya ekonomisi ve politikası ile entegre yapı oluşur. Ekonomi inanılmaz büyüme gösterir, bilim, teknoloji ve askeri alanda atılımları, uzay çalışmaları batı tarafından “tehdit” olarak algılanır. Hu’da eski kuşak liderlerden farkı komünist yaklaşımdan çok özellikle Tayvan konusunda milliyetçi bir duruş sergiler.
Tayvan’daki Gelişmeler; Çin’de yaşanan gelişmelerin benzeri 2000’ler sonrası Tayvan’da ılımlı-muhafazakar hizipleşmenin Pan-maviler gurubu; birleşmeye sıcak bakan milliyetçi partililer. Pan-yeşil gurubu ise bağımsızlık yanlısı DİP’liler oluşturur. 2000’de bağımsızlık yanlısı DİP adayı Çen Şu-bian başkan seçilince Çin’le ilişkiler yeniden gerilir. Çin, Tayvan’a karşı savaşacak gibi güç geliştirerek psikolojik bir savaş başlatır. Bian’da seçildikten sonra partiden istifa ederek tüm Tayvan’ı kucaklar. Çen, yemin töreninde bağımsızlık üzerine vurgu yapmayarak Çin tehdidi olmadığı sürece tarihsel, kültürel ve etnik bağlar nedeniyle Çin’in bir parçası olduğunu vurgular. Ancak Çen’in 1992 konsensüsünü yok sayması ilk kriz sinyali verir.
2002’de Çin Başbakanı Cu Rongji, üçlü formül önermiş; “Dünyada tek bir Çin mevcut, Tayvan ve ÇHC eşit olarak tek Çin’e ait olup Çin’in egemenlik ve toprak bütünlüğünün bölünmezliği ifade edilmektedir.” Tayvan ise bunun bir şeyi değiştirmediğini, ÇHC’nin tek Çin’in meşru hükümeti olarak kendini gördüğünü iddia eder.
2004’e gelinen süreçte Tayvan’da kitlesel eylemler ‘Tayvan’ adının kullanılmasını isterken, Bian az bir farkla başkanlığı yeniden kazanır. Çin, Tayvan’daki gelişmeleri ihtiyatla izlerken, ABD; “Bir devlet iki sistem Tayvan’ın barışçıl yollardan Çin’le birleşmesi, Tayvan’ın bağımsızlık taleplerini değerlendirmeyeceklerini” belirtir. Çen Su-Bian 2006’da halkın talepleri yönünde referandum yaparak Anayasayı değiştirecekleri yolunda deklaresi Tayvan Boğazını yeniden alevlendirir.
Ayrılıkçılıkla Mücadele Yasası; Çin, Bian‘ın kışkırtıcı deklareleri karşısında 2005’te “Ayrılıkçılıkla Mücadele Yasası”nı kabul eder. Tayvan’ın bağımsızlık yönünde atacağı adımda askeri güç kullanacağını belirten Başkan Hu, savaş için hazırlık emri verir. Tayvan tepki gösterir.
ABD; Çin’i statükoyu bozmakla uyarır. Japonya; Çin ve Tayvan’ı, Asya-Pasifik barışını tehlikeye sokmamaları konusunda uyarır. Çin ise; Japonya ve ABD’yi Tayvan konusunun içişleri olduğu ve yabancıların müdahil olmamaları konusunda uyarır. 2005’te ÇKP’nin davetini Tayvan muhalif partileri kabul eder. Tayvan yönetimi; Tayvanlı muhaliflerin görüşmelerine sıcak bakmaz.
Sertlik Diplomasisi; Çin barışçıl yönü öne çıkarırken sert diplomasiyi de elden bırakmaz. 2005 Astana-ŞİÖ Toplantısında ABD’ye Orta Asya ve Afganistan’ı terk etme çağrısı yapar. Çin’li Generalin; Çin-ABD savaşının kapıda olduğu görüşleri gayri resmi olarak belirtilir.18 Ağustosta Çin-Rusya ortak tatbikatı ile Tayvan’a gözdağı verilir. Çin bölge ülkelerini de ittifakı içine alır. Pakistan 2006’da Çin’e destek ziyareti yapar.
Tayvan, 2006’da Çin’in sertlik politikası karşısında Çin’le barışçıl birleşme sürecini yürütmek için Guomindang tarafından 1990’da kurulmuş ‘Ulusal Birleşme Konseyi’nin’ görevine son vermesi bağımsız devlet için bir süreç addedilerek ‘Tayvan’ın Çin’den ayrılmayı aklından bile geçirmemesini’ söyleyerek 5 Martta Çin Başbakanı Wen ‘ayrılıkçı hareketleri’ ‘casus belli’ sayacağını açıklar. Tayvan’ın feshine karşın ABD, Tayvan’ın statükoyu bozmamasını ve kararı geri almasını istemişse de yaygın kanı ABD güvencesi altında Çin’e meydan okuduğu şeklindedir.

ABD’nin Asya Stratejisi
Kasım 2005 APEC-G. Kore toplantısına katılmak üzere bölgeye gelen Bush G. Kore, Japonya, Çin, Moğolistan’ı ziyaretleri esnasında Japonya’da Tayvan’ı Çin’in demokratik açıdan örnek almasını isteyerek, Tayvan’dan bağımsız bir yapı olarak bahseder. Tayvan konusunu yenilemesi Çin tarafından eleştirilir. Gezi ABD’li danışmanlarca fiyaskodur. Ardından 2006 içerisinde Afganistan, Pakistan, Hindistan’a gezisinde Hindistan’la stratejik ortaklık anlaşması imzalanarak nükleer teknoloji yardımı kararı verilir. ABD yönetiminin gezisi, Çin’i dengelemek ve kontrol etmek için stratejik bir program nitelendirilse de bu gezi üzerine Putin, Çin’i ziyaret ederek Tayvan’ın bağımsızlık girişimlerine karşı durur.

Ruslar’ın Tayvan’a Bakışı
Çarlık Rusyası Döneminde;1861’lerde başlayan ilgi 1874’de Japonya’nın ilhakına karşın Rus savaş gemisi Tayvan’ı ziyaret eder.1895’de Japonların Çin’i işgali sonrası Liaodong’u işgaline karşı çıkılır.1897-1900’lerde Ruslardan Tayvan’ın Japonlara karşı silahlı mücadelesine destek ister. Japonya’nın Çin ve Tayvan’la oyalanarak Rusya’nın bölgesel çıkarlarına hizmetinin ardından, Rusya’yı kontrolünün önüne geçilmesi: Rus politikası olarak adlandırılır.
Sovyet Döneminde;1920-30’larda Tayvan, Sovyetler tarafından işgale karşı bağımsızlık mücadelesi veren emperyalizmin bir sömürgesi olarak görülmektedir.1930’larda Sovyetlerin dikkatinden uzakta, Çin’le ilişkilerinin bozulduğu 1960’larda bile görüş aynıdır. Tayvan’ın soğuk savaş döneminde ABD’nin işgalinde bir yer olarak betimlenmesi vardır.
Soğuk Savaş Sonrası; Çin’in Tiananmen olayları nedeniyle yalnızlığa itildiği dönemde Sovyetler ziyaretlerle geçmiş soğukluğu telafi etmek ister. Sovyetlerin dağılma sonrası Tayvan’la yaşanan ilişkiler Çin tarafından dikkatle izlenerek, Jirinovski’nin ziyareti tepki çeker. Çin’in Tayvan Boğazında avantajlı duruma geçmesi Rusya’nın çıkarlarına aykırı görülür. Bu inişli çıkışlı politikalar 2000’lerde Putin’le istikrara yönelir. Çin’le ilişkiler pekişerek Tayvan’ın Çin’e ait olduğu bildirilir.

Japonya’nın Çin ve Tayvan Politikası
II. Dünya Savaşı sonrası Japonların, ABD’nin bölgesel çevreleme politikalarına destek vererek 1951 Güvenlik Anlaşması uyarınca Çin’le ilişki geliştiremeyerek ABD müttefiki olarak Tayvan’a yönelir. ABD’nin Çin’i ziyareti sonrası 1972’de Tayvan’la diplomasiyi keserek Çin’i tanır. Tayvan’la kültürel ilişkilerini gayri-resmi olarak sürdürür. Japonya ve Çin, ABD’nin yanında Asya’da Sovyetlere karşı birleşik bir cephe oluşturur, sanayileşmesine yardım eder. Tianenmen sonrası Çin’i ilk tanıyan ülke olur.1992’de tarihte ilk kez Japon imparatoru Çin’i ziyaret eder.
Çin’in askeri gücünü geliştirmesi, 1995’teki nükleer çalışmaları Japonların tehdit algılamasına neden olur, Çin’le yolları ayrılır.1978 Sovyet tehdidine göre hazırlanan güvenlik anlaşması 1997 yılında gözden geçirilerek Doğu Asya Bölgesi ve Çin tehdidine göre yeniden şekillenir. ABD Asya-Pasifik Bölgesinde G.Kore-Tayvan-Japonya’nın oluşturduğu ASEAN ile çevreleme politikası yürütür.
1990’ların sonunda oluşan Asya Krizi G.Kore-Japonya’yı etkilerken, Çin yeterli döviz rezervi nedeniyle krizden karlı çıkar. Yeni yatırımlarla atılım gösterir. ABD’nin çevreleme politikasından olumsuz etkilenen yapı kriz sonrası bu kabuğun kırılmasına neden olur. 1998’de Çin’in Japonya, ABD-Clinton’un Çin ziyaretlerinde ‘üç hayır’ güvencesi alınmıştır.
Japonya 2000’ler sonrası kolektif güvenlik yerine bireysel güvenlik yapılanmasına gider. II. Dünya Savaşı sonrası düzenli ordu bulundurulmasını yasaklayan anayasa maddesinin değiştirilmesi gündeme gelir.‘Yeni Savunma Programı’ 2005’te yürürlüğe girer. Japonlar ilk kez orta vadede ÇHC ve K.Kore’yi ana tehdit olarak deklare eder, geleneksel dış politika böylece yeni bir sürece girer. Çin savunma bütçesini 14,7 oranına çıkarırken, Japonlarda Tayvan ilişkilerini öne çıkarır.


SONUÇ VE GENEL DEĞERLENDİRME

1980’lerin sonunda Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile çöken Doğu Bloku ile Çin’in de bu yıkıntının altında kalacağı beklentilerinin aksine uyuyan dev uyanarak bölgesel güç yapısını küresel düzeye taşır. Küresel güç ve aktörlerle Çin’in bu sıçramasını dikkatle izlerler. Çin’de çok kutuplu sistem üzerine 1986’larda başlayan tartışma 1990 sonrası iki kutuplu sistemin çöküşüyle uluslararası sistemin gidişatını ABD, Rusya, Japonya, AB ve Çin’den oluşacak çok merkezli bir sistem oluşacağı öngörülmüştür. Günümüz Çin dış politikasına göre her bölgesel güç kendi bünyesindeki kriz noktalarını kaldırdığında, ABD gibi küresel aktörlerin gerekçeleri ortadan kalkacaktır. Bu noktada Çin’in kriz noktası Tayvan’dır.
Çin’in dünya enerji tüketiminin %40’ını oluşturmaya devam etmektedir. 1990’ların ortalarından itibaren enerji güvenliği için ABD’nin kontrolündeki Ortadoğu bölgesinin risk taşıması üzerine İran, Orta Asya ve Hazar Bölgesi Çin için önemli stratejik alanlar olmuştur. Çin enerji güvenliği açısından İran’la işbirliği içerisinde strateji geliştirerek ‘Batı Asya Savunma Hattı’ projesi ile ABD’nin dikkatini İran üzerine çeker. Pakistan ve Myanmar’la askeri ortaklık kurarak Pakistan’ı Hindistan’ın karşısına nükleer bir güç olarak çıkararak Hint Okyanusu’nda tehdit olarak algılamış olduğu Hindistan’ı bu bölgeye yönlendirir. Diğer yandan Bengal Körfezi’ni Myanmar’la ortak askeri önlemlerle kontrol altında tutar. ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) aracılığı ile Orta Asya’daki kontrolü eline alarak bu ülkelere siyasi ve ekonomik destek verir. Bununla yetinmeyerek ABD’nin arka bahçesi Latin Amerika’da etki sahası oluşturur. Soğuk savaş döneminin sonlarına doğru askeri doktrinini değiştirerek “haklı savaş” doktrininden “sınırlı savaş” doktrinine geçiş yapar. Rusya ve İsrail’den önemli silah teknolojisi alarak 2000’li yıllarda nükleer caydırıcılık seviyesine ulaşır, uzay yarışında da kendini gösterir. Açık deniz filosu oluşturulma çabasını, hava gücündeki yenilikler takip eder. Kara birliklerinde ise, büyük ordular yerine etkin ateş gücü, hareket kabiliyeti yüksek ve hızlı uzman kuvvetlerin oluşturulmasına yönelinir. Avrasya coğrafyasındaki stratejik mevzileri kazanmak için bir süre yakın çevresindeki Tayvan gibi olumsuzlukları görmezden gelir.
ABD’nin 11 Eylül sonrası Afganistan ve Irak’a hedeflenmesi Çin‘in lehine gelişme gösterir. Bölge ülkeleri ve Rusya’yı yanına alarak ŞİÖ ile konumunu daha da güçlendirir. Irak konusuna saplanıp kalan ABD, avantajı Çin-Rusya eksenine kaptırdığının farkına vararak Gürcistan ve Ukrayna’da renkli devrimler yürürlüğe koyar. Ancak Orta Asya’da bu hareketler tutmaz. 2005 ŞİÖ-Astana zirvesinde ABD’nin Afganistan ve Orta Asya’dan çekilmesi istenerek Özbekistan’ın verdiği nota üzerine Hanabat üssü boşaltılır. Hindistan ve İran’ın ŞİÖ’ye gözlemci olarak katılımı ile Avrupa’ya bağlanan bir köprü olarak medeniyetler çatışması tezini çürüteceği vurgulanır.
ABD tüm bu gelişmelere karşı Çin’i Tayvan Japonya ve G.Kore ile çevreleyerek İsrail ile birlikte Tayvan’ı yüksek teknolojik silahlarla güçlü bir savunma sistemine ulaştırır. ABD raporu Çin’in askeri güç olarak ABD’yi tehdit ettiğini Çin’le aralarında çıkacak kriz ya da savaşın Tayvan nedeni ile olacağını öngörmektedir. 2006’da Tayvan’ın ulusal birleşme konseyini fesh etmesi Çin’in Avrasya coğrafyasından ve dünya politikasından uzaklaşarak Tayvan’a odaklanması amaçlanmıştır.
Sonuç olarak; Çin’in dünya politikasında egemenliğinin ilanı Tayvan’a endekslenmiştir. ABD’ye rağmen Tayvan’ın merkeze bağlanması Çin’in küresel ivmesi olacaktır. Böylece Çin’in süper güç olması için Tayvan sorununu ulusal çıkarları doğrultusunda çözmesi gerekmektedir. Tayvan, Çin’in dış politikasında küresel güç olması için en önemli ve tek etken konumunu günümüzde de sürdürmektedir.

Remzi KOÇÖZ

Dip not / Kaynakça:
(1) Barış ADIBELLİ, “Çin Dış Politikasında Tayvan Sorunu”, Ağustos 2006, İstanbul, Iq Kültür Sanat Yayıncılık, ss.343
(2) MGA 62. Dönem Müdavimi olarak “Kitap Özetleme Görevi” sonucu, 20 Haziran 2007
(3) “Yin-Yang Yasası; Dünya bütün aşamalarda, biri diğerinin içinde var olmakla birlikte (ataletin içindeki güç, gecenin içindeki gündüz, soğuğun içindeki sıcak vb.) bu iki halin (aktif ve pasif) bir almaşmasıdır. Çin geleneğinin diğer temelini oluşturan benzeşim ilkesine göre, insan fizyolojisinin de bu evrensel yasaya uyması gerekir; kalp ve solunum çevrimleri bunu kanıtlar. Bu nedenle hastalık bu temel ahenkte bir kopukluk olarak kabul edilir. Bir parçanın bilinmesi bütününde bilinmesini sağlayacağından hekim, hasta da fazla mı yoksa yetersiz mi yang olduğunu onun nabzını dinleyerek belirleyecektir; ardından, aşağıdaki sırayı izleyerek dengenin yeniden sağlanmasını en uygun tedaviyle seçecektir: ruhu tedavi etmek; bedeni beslemeyi bilmek; ilaçlar yazmak ve akupunktur uygulamak.” (AXİS 2000 Büyük Ansiklopedi, cilt.3, s.223)
(4) 2000 yılında Çin’e ait uçaklar Doğu Çin Denizi üzerindeki uluslararası hava sahasında ABD’ye ait RC-135 varlığı tespit etmiş; soğuk savaş süresince Tayvan’a ait 5 U-2 uçağını Çin hava sahasında vurmuştur. 2011′de Çin Hava Kuvvetleri’ne ait 2 adet Su-27 Tayvan’ın hava sahasına girmiş, olayın ABD’ye ait bir casus gözlem uçağını takip etme maksadıyla gerçekleştirildiği iddia edilmiştir. (http://www.remzikocoz.com)
Remzi KOÇÖZ

21 Ekim 2011 Cuma

KÜRESELLEŞMENİN UYANDIRDIĞI BİR DEV; ÇİN (II)

'Doğu felsefesi/düşüncesi, Batı felsefe tarihinin dışında kalan felsefe geleneklerini adlandırdığından Batılılar tarafından felsefe-dışı olarak görülmekle birlikte; mitolojik/mistik ya da gizemci/simgesel yanları olan bir felsefe geleneği olarak da değerlendirilir. Aslında Doğu bu anlamda, hem daha Batı felsefesi mevcut değilken felsefi derinlik açısından zengin bir düşünce tarihine sahipmiş hem de Batı felsefesinin geliştirilmesine katkı sağlamış. Doğu felsefesi çok farklı bakış açılarıyla, zenginliklerle doludur. Çin felsefesi de bu temeller üstünde üç koldan gelişmiştir: Buda Öğretisi -Çin Budacılığı özel bir nitelik taşımakla birlikte- temelde Hint felsefesinin malı olduğundan Tao Öğretisi ve Konfüçyüs öğretisi esastır. Çin felsefesinin ana temalarından, bütün geleneksel tedavilerin temel ilkesi olan Yin-Yang Yasası,(3) evrenin dolayısıyla da insanın dengesini belirler.’


SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ

Çin-Sovyet Yakınlaşması
Çin Mao önderliğinde batı emperyalizmine karşı Sovyetlerin başını çektiği sosyalist sistemi ve Marksist-Leninist ideolojiyi benimser. Ardından SSCB ile dostluk-işbirliği anlaşması yardım yanında Sovyet teknisyenlerine kapı açar, Çin’li teknisyenleri yetişmek üzere Sovyetlere gönderir.

Kore Savaşı
II. Dünya Savaşı sonrası bölgede Tayvan ve Kore sorunu öne çıkar. 1948’de Kore 38. paralelden itibaren ikiye bölünür. 25 Haziran 1950’de Kuzey Güneye saldırınca ABD, BM genel kurulundan Güney Kore’ye yardım kararı çıkartarak Türkiye’nin de bulunduğu 15 ülke ile birlikte operasyona başlar. Çin, ABD’yi 38. paraleli geçerse savaşa müdahil olacağını bildirir. 8 Ekim günü Çin’in “gönüllüler” adıyla kurduğu birlikler Kore’ye girer, 25 Ekim’de sıcak temas sağlanır. Çin ve Kuzeyi Sovyetler uçak ve silah yardımı ile destekler, sınırlar yer yer el değiştirir. 1951 Temmuzundan 1,5 yıl kadar süren ateşkes görüşmeleri sonuç vermez. 1952’de ABD’de Eisenhower başkan seçilirken 1953 yılında Stalin’in ölümü, ABD’nin nükleer kullanma tehdidi Çin’i 27 Temmuz 1953’de ateşkese sürükler. Çin’in Kore savaşına girişi 1971’e kadar BM kapsamında diplomatik ve ekonomik izolasyonunu getirir.

ABD’nin Tayvan Politikası
Sovyetlerin Çin desteğine karşılık ABD ise Tayvan’a yardım eder. ABD için Tayvan Pasifik’teki deniz üstünlüğü açısından önemlidir. ABD 1954’de Tayvan’la güvenlik anlaşması imzalar. 1955’de BM’den Tayvan Boğazının tarafsızlığı ve iki Çin devletinin varlığını savunmasına ÇHC; tek temsilci kendisinin olduğunu yineler. 1955-56’da Cenevre görüşmeleri Tayvan karşı çıksa da devam eder. 1960’lara gelindiğinde Tayvan, Çin’deki huzursuzluğu bahane ederek ABD’den Çin’e müdahale için destek talebi sonuç vermez. 1961’de Kennedy yönetimi Tayvan’ın taleplerini incelemeye alır.

Çin’in Tayvan Politikası
Çin’in,1949’da Kuemoy ve Penghu adalarını işgali başarısız olur. Aslında Çin Kore savaşı öncesi Tayvan’ı işgale hazırlanırken Kore savaşı işi sürüncemeye bırakır. Tayvan, Çin’in Kore’ye güç göndermesini fırsat bilerek 15 Temmuz 1953’de 10 bin askerini Çin karasına çıkartır. Tayvan 3 bin askerini kaybederek geri çekilir. 27 Temmuz’da Kore savaşı ateşkes ilanı ile son bulur.

Tayvan Boğazı Krizleri (1954-1958)
1954’de Tayvan, Kuemoy ve Mazu adalarını silahlandırarak Çin’in Tayvan’ı işgaline karşı bir set oluşturunca Tayvan boğazı krizi çıkar. Çin, adaları bombalayıp karşılık vererek çatışmaya girer. ABD nükleer tehdidi ile Çin saldırılarını durdurarak, 1955’de Tayvan sorunu yeniden dondurulur. Çin Tayvan’la ilgili olarak savaş dışında ikinci yol olan “barışçıl bir şekilde Tayvan’ın Çin’le birleşmesi” konusundaki görüşleri karşılık görmeyince Çin bu kez askeri seçeneğe yönelir. 1958’de Fujian bölgesine askeri yığınak Şiamen demiryolunun tamamlanması ile yoğunlaşır. Mao, “ileriye büyük hamle projesi” ile Çin’i sosyalist toplumun en üst aşamasına taşımak için savaşın olumlu işlev taşıyacağı görüşüyle Kuemoy adasını bombalatır. Tayvan boğazı krizi ikinci kez tırmanır.
Japonya’daki Çin bayrağının tahribatı ilişkileri gerer. Irak’ta Abdülkerim Kasım liderliğinde askeri darbe sonucu kurulan hükümet sosyalist bloğa yönlenir. ABD’nin Lübnan’a, İngilizlerin Ürdün’e çıkmalarına Çin tepki verir. Kuemoy adasının bombalanması da Irak’a destek niteliğindedir. Sovyetlerin denizaltı ve uzun dalga radyo frekansı projelerinin Çin tarafından soğuk karşılanması krize yol açar. Bu arada Kruşçev’in ziyareti Sovyetlerle krizi sorgular. Çin, Sovyetlerin kendi üzerinden nüfuz alanının genişletmesini istemez.
Sovyetlerin Tutumu; Tayvan boğazı krizi ABD-Çin-Sovyet diplomasi trafiğini yoğunlaştırır. Sovyetler, ABD-Çin arasında mekik dokuyarak ABD’nin bölgeden uzak durmasını ve Tayvanlılara çağrı yaparak ABD’nin Çin halkını bölmelerine izin vermemelerini ister. Sovyetler, ABD-Çin savaşına ilk etapta katılmayarak ABD’nin Çin içerisine ilerlemesi durumunda nükleer kullanma dahil çatışmaya girecektir. Soğuk savaşın Asya’da önemli krizleri arasında 44 gün sürer. Sovyetler Çin’e Tayvan’ı tanıyarak elde etme önerisini Çin reddederek, Sovyetlerin “barış içinde bir arada yaşama” adı altında Çin’i ABD’ye kurban edebileceğini düşünür.

Çin’e Karşı Örtülü Operasyonlar
1950 sonrası ABD bölgedeki istihbarat çalışmalarını askeri yapıdan arındırır, yeni kurulan CIA’nin kontrolünde örtülü operasyonlara bırakır. Üs olarak Tayvan kullanılır. 1952’de “özel kuvvetler” gerilla savaşı verecek şekilde yetiştirilir. 1960 sonrası Çin-Sovyet anlaşmazlığının ardından ABD’nin Tayvan’la Çin’e karşı örtülü operasyonları 1966’daki Vietnam kaosuna kadar devam eder.
Burma Operasyonu; Çin-Hindi’nde 1948’de bağımsızlığını ilan eden Burma’da Çin’in etkinliği yanında, ABD ve Tayvan’ın Çin’e karşı çalışmaları ağırlık kazanarak, Çin’in çevrelenmesi hedeflenir. Kore savaşına destek veren Çin’in bölgesel etkinliğini kırmak için Burma’dan Çin’e yönelik geçişlerle örtülü operasyonlar gerçekleştirilse de etkisiz kalır. Tayvan BM kararı gereği Burma’daki güçlerinin büyük bölümünü çekse de, Çin’e yönelik eylemlerini gizlice sürdürür. 1960’ların sonunda bu guruplar faaliyetlerini sonlandırarak uyuşturucu ticaretine yönelir.
Tibet Direnişi; Tibet’in Çin merkezi hükümet egemenliğine alınması 1951’de Dalay Lalama tarafından imzalanırken başlayan Tibet direnişi ABD-Tayvan desteğinde 8 yıl sürdürülerek, Çin-Hint ilişkilerinin bozulması amaçlanmıştır. 1962’de çıkan Çin-Hint savaşında Tibet direnişi ortamı değiştirir. 1964’de Çin’in Vietnam savaşına dahil olması Tibet direnişini sona erdirerek anlaşmaya varılır.

Tayvan ve Vietnam Savaşı
Sovyet ve Çin desteğinde bölgede gelişen komünizmin yayılmasını önlemek, G. Vietnam’ı G. Kore ve Tayvan gibi etki dışında bırakmak için ABD, K.Vietnam’a savaş açınca, Çin savaşa müdahil olur. Tayvan lideri savaşın K.Vietnam ve Çin’e taşınarak bu ülkelerin işgalini istemesine rağmen ABD, Tayvan boğazında ikinci cephe açılmasına olumsuz bakar. Tayvan’ın ısrarı Çin’in nükleer gelişmesinden duyduğu kaygıdır. Çin 1964’de ilk atom bombasının ardından termo-nükleer silahlar üzerinde çalışma geliştirir. ABD, 1973’de Vietnam, bölge ve Tayvan’dan da askerlerini çeker.

Çin’in Diplomatik Tanınma Sorunu
1949’da ÇHC ilanına rağmen Kore savaşının çıkması ve Çin’in bu savaşa dahili izalasyonu getirir. Kore savaşı ardından bölgedeki diğer yaşanan çatışmalar Sovyet-Çin desteğinde komünizmin yayılmasını, 1960 sonrası ise Çin, Sovyetlere alternatif olarak Maoizmi kalkınma modeli olarak sunar.
1970’de Arnavutluk, Tayvan yerine Çin’i BM’ye önerse de çoğunluk sağlanamaz. Sonraki süreçte Kanada’nın ardından diğer ülkeler Çin’i tanır. 25 Ekim 1971’de Çin BM’ye üye olurken Tayvan üyelikten düşürülür. 15 Kasım 1971’de Çinli temsilciler ilk kez BM genel kuruluna katılır.
Türkiye’nin ÇHC’yi Tanıması; Türk-Çin ilişkileri 1925’lerde başlar. 1929’da o zamanki başkent Nancıng’te Türk büyükelçiliği açılır. 1930’larda Japonlara karşı verilen savaşta, Çang Kay-şek’in milliyetçi politikalarında, komünistlerin direniş ve Japonlara karşı savaşlarında M. Kemal ve Türk Ulusal Kurtuluş Savaşının örnek alındığı bilinmektedir.
II. Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin batı bloğunda Kore’ye asker göndererek Çin kuvvetleri ile savaşması, ÇHC’den uzaklaşarak yerine Tayvan’la ilişkilerin geliştirilmesi yolunda ABD politikası güdümünde devam eder. Türkiye ÇHC’yi 5 Ağustos 1971’de Paris büyükelçiliğinde düzenlenen bir törende (o dönem ki muhalefet tarafından bu durum eleştirilse de) tanır.
Tayvan’ın Sovyetler Kartı; Sovyet-Çin ilişkilerinde yaşanan gerilim, Çin-ABD ve Sovyet-Tayvan ilişkilerinde gelişme yaratır. 1968’lerde Sovyetler BM genel kurulunda iki Almanya gibi iki Çin üyeliğini işaret eder. Ardından Tayvan, Bulgaristan ve diğer sosyalist ülkelerle ilişkilerini geliştirme yolunu dener. Sovyetlerin asıl amacı Japon egemenliğindeki Pasifik’te Tayvan’ın üs konumundan yararlanarak deniz gücünü artırmaktı. Ancak bu ilişkiler 1978’de yeniden soğur.
Çin-ABD Diplomatik İlişkilerinin Kurulması; Çin’in BM’de tanınmasının ardından ABD Çin topraklarında Çin’e karşı ayaklanmaların yararlı olmadığına kanaat getirerek Şubat 1972’de Nixon başkanlığında Çin’i ziyaretinde örtülü operasyonlardan vazgeçtiğini açıklayarak birlikte Şanghay bildirisi imzalanır. Ardından diplomatik ilişkilerin 1976’da kurulacağı sözü Nixon tarafından verilir.
Carter’in danışmanı Brzezinski Sovyetleri dengelemek için Çin’le görüşmeleri yoğunlaştırarak 1 Ocak 1979’da kurulan diplomatik ilişki sonucu 2. Şanghay bildirisi imzalanır. ABD artık Çin’i meşru hükümet olarak tanımakta, Tayvan’la diplomatik ilişkileri keserek, karşılıklı güvenlik anlaşmasından çekildiğini; kültürel, ekonomik ve diğer alanlardaki ilişkilerini devam ettirmek için yeni yasal düzenleme yapacağını ilan eder. ÇHC’de meşru hükümetin kendisi olduğunu, Tayvan’ın Çin’in bir parçası olarak anakarayla birleşmesinin iç sorunu olduğunu ilan eder. ABD’nin yeni düzenleme girişimi Çin’i rahatsız etse de ilişkilerin gelişmesi nedeniyle görmezden gelinir. Ancak ABD 1982’de Reagan yönetiminde Tayvan’la ilişkilerini askeri yardım konusunda yeniden geliştirir. Çin ise ABD’ye müttefik olarak Afganistan’da Sovyet karşıtı bir politika izleyerek ABD’ye destek verir.

Çin’deki İç Gelişmeler
1976’da Mao’nun ölümü sonrası Hua Guofeng ÇKP başkanlığına, 1977’dede Merkezi askeri komitenin başına getirilince radikal unsurlara karşı savaş açar ve kültür devriminin sona erdiğini açıklar. 1978’de anayasa ile devrimci komiteler kaldırılır. Kültür devriminin mağduru öğretmen ve aydınlara itibarları geri verilir. Modernleşme (sanayi, bilim, teknoloji, tarım ve orduda) kampanyası başlatılır.
1977’de parti başkan yardımcılığına getirilen Deng Şaoping 1981’de Hua’nın görevlerini devralarak Mao dışında geçmiş gelişmelerde karar sahibi olan, 35 bin insanın ölümünden sorumlu tutulan dörtlü çetenin yargılanarak ceza almasını sağlar.
1982’de anayasa tekrar yenilenir: Komünler kaldırılarak kapitalist gelişmeye sınırlı izin verilir. Parti başkanlığı sekreterliğe dönüşür. Tek tip elbise, Şiu-şi öğlen tatili kaldırılarak toplumsal hayatta değişiklikler yapılır. Orduda rütbe sistemi getirilir. Devlet ve parti görevleri ayrılır. Marksis-Leninist ilkeler geçersizleşir. 2000’lere doğru Tayvan’ı alarak gelişmiş, modern bir devlet olmasını hedefler. (Sürecek…)
(http://www.remzikocoz.com)
Remzi KOÇÖZ

10 Ekim 2011 Pazartesi

KÜRESELLEŞMENİN UYANDIRDIĞI BİR DEV; ÇİN

‘Türklerin Orta Asya bozkırından denize çıkışını set çekerek önleyip kuzeyindeki tehlikeyi batıya yönlendiren, imparatorluklardan halk cumhuriyetine, oradan da sosyalist-kapitalist karışımı ekonomik-politik bir sentezle bugünlere ulaşan Çin; bir yandan 10 binlerce insanını depremde yitirip diğer yandan Olimpiyatlara ev sahipliği yaparken - kotalarla durdurulmaya çalışılan ve Çin istilası/ablukası olarak adlandırılan- ekonomik gelişmeler dışında da 2000’li yıllara yani 21. yüzyıla damgasını vurmuştur.
Çin’in tarihteki önemi yanında soğuk savaş sonrası yaşanan süreçte, uyuyan dev uyanarak bölgesel güç yapısını küresel düzeye taşıyarak önemini daha da artırarak gelmiş olduğu nokta daha da önem arz etmektedir. BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesinden biri olurken, milliyetler mozaiği olarak da dünya nüfusunun beşte birini oluşturmakta… Bayrağındaki büyük yıldızın Çin halkını, diğer dört yıldızın ise Mançuryalılar, Moğollar, Tibetliler ve Müslüman Uygur Türkleri temsil ettiği belirtilir. Tibet Sorunu, Doğu Türkistan/Sincan-Uygur Türkleri Sorunu içsel sorunları olarak yer alır.
Son yıllarda Küreselleşme çerçevesinde gelmiş olduğu aşamayı, bugünden yarına yakalamış olduğu “Çin mucizesi” olarak adlandırılan çizgiye gelinen süreci “Yeni Dünya Düzeni” perspektifinde –kâğıt, yazı, barut, pusula ve de matbaayı bularak siz yokken ben vardım demeye getirdiği- tek dişi kalmış canavar Batı Uygarlığının gelişmişliği karşısında Doğu Uygarlığını yeniden diriltmeye/ateşlemeye çalışmaktadır.’

Bu çerçevede, Çin’in dış politikasında “Tayvan Sorunu”nu inceleyerek -ortaokul/lise dönem ödevlerindeki kitap özetlerinin 30 yıl sonrasında- yapmış olduğum bir kitap(1) özetini(2) paylaşmak istedim…

Kitap Hakkında Genel Bilgiler
Çin’in tarihsel perspektiften bakılarak günümüze kadar gelişimini, bu gelişiminde yaşanan büyük olayları, savaşları, krizleri anlatırken üzerinde kapsamlı olarak durulan Çin’in güneyindeki Tayvan adası ile yaşadığı ve yaşamakta olduğu sorunlardır. Küreselleşme olarak adlandırılan coğrafi keşiflerle birlikte Portekizliler, Hollandalılar, İngilizler, Fransızlar, Japonlar, Amerikalılar ve Ruslar bu bölgeyi yönetmiş, nüfuz alanı olarak kullanmış ya da günümüzde kullanmak istemektedirler.
ABD gelecekte kendisini özellikle askeri yönden zorlayacak; küresel güç olması muhtemel Çin’i kontrol altında tutmak için çevreleme politikası ile medeniyetler çatışmasını ortaya sürmekte olduğu, bu bölgedeki Tayvan’ın ve Çin’le sorunlarının varlığının nerelerden nereye geldiği ve önemi ile ilgili gelişmeler anlatılmaktadır.

Giriş
1995-96 Tayvan Boğazı krizinden sonra 2004’de Başkanlığa yeniden seçilen Çen Şui-Bian’ın “2006 yılında Tayvan’ın bağımsızlığı için yeni Anayasa ve Referandum” açıklaması Asya-Pasifik’te tansiyonu yükseltir. Çin’de buna tedbir olarak Mart 2005 tarihinde “Ayrılıkçılıkla Mücadele Yasası” çıkarır. Dünya kamuoyunca tepki gösterilse de bu yasanın arkasında duran Çin’e karşı bu kez Tayvan Tayvan-Çin birleşimini yürüten “Ulusal Birleşme Konseyinin” görevine son verir. Çin 2006’da ayrılıkçı hareketleri Savaş nedeni sayacağını açıklarken ABD’de duruma müdahil olur. Tayvan’ın bağımsızlık arayışlarının arkasında ABD’nin olduğu gözlenmektedir. Soğuk savaş sonrası Çin-Tayvan gerilimin devamı ABD-Çin savaşına dönüşebilir. ABD askeri güç olarak kendine Çin’i rakip görmektedir.
Tayvan’ın soğuk savaş sonrası Çin açısından tehdit kaynağı oluşturması dikkat çeker. Bir başka dikkat çeken konu Kıbrıs sorunu nedeniyle Türk diplomatların Tayvan’ı model göstermeleri Çin’in tepkisini çeker.
TARİHSEL PERSPEKTİFTE TAYVAN

Etnik Yapı
“Tayvan”, Çince “büyük koyla çevrilmiş büyük düzlük” anlamı taşır. Yüzölçümü 36.000 km2, nüfusu 22 milyon (2003). Başkent Taypey olup Kaohsiung, Tayçung önemli liman kentidir. Nüfusu 4 ana etnik gruptan oluşur. Aborjinler, Fukyenliler (Tayvanlı Çinliler), Hakleng ve Çinliler (Anavatandan)
a) Aborjinler: Binlerce yıl önce Güney Çin Denizi ya da Güney Doğu Asya’dan geldikleri sanılır. Dilleri Bahasa, Endonezya ve Malezya diline çok benzer. Kültürleri Güney Doğu Asya benzeridir. Adada 10 köklü Aborjin ailesi mevcut. Çoğu adanın ortasındaki dağlık alanda yaşayıp, Çinliler gelmeden önce düzlükte yaşarken tarımla uğraşırlarmış. Çin kültürünü benimsemiş olsalar da geleneksel yaşamları ile Amerikan yerlilerine benzetilir.
b) Çinliler: İki göç dalgası ile gelmişler. İlk gelenler ya korsanlık ya da tüccar, Balıkçılık ve Tarımla da uğraşırlarmış. İlk göç 14. yy.da ikinci göç dalgası 17. yy’da yaşanır. Anavatandan gelen Çinliler daha önce gelenleri iç bölgelere dağlık alanlara püskürtüp düzlüklere yerleşerek 19. yy’da ada nüfusunu yarılarlar. 1949 yılında komünistlerin, milliyetçileri yenmeleri üzerine 1,5 milyon Çinli asker Tayvan’a kaçar. Bugün Tayvan nüfusunun %14’ü anakaralı, %84’ü Tayvanlı, %2’si Aborjinlilerden oluşur.

Tayvan’ın Siyasi Tarihi
MÖ 239’da Han Hanedanlığının çökmesi üzerine Güney Çin yöneticisi Vu, Tayvan’la ilgilenir. 11. yy’da anakara da sıkıntılar nedeniyle Çinliler anakara dışında arayışa geçerler. 13–14. yy’da Moğol Yuan Hanedanlığı adayı ele alır. Bunun üzerine Çin İmparatorluğu ada üzerinde hak iddia eder. 17. yy. ilk çeyreğinde Ming Hanedanlığı Mançuların saldırılarına dayanamaz. Mançular 1644’de Çing Hanedanlığını kurarlar. Adaya göçler artar. Ming Hanedanlığına azlık olanların muhalefeti anakaradaki Mançuları rahatsız eder.
a) Avrupa’nın Tayvan’ı Keşfi;1517’de Japonya’ya giden Portekiz gemisi Tayvan boğazından geçerken güzel ada anlamına gelen “Formoza” olarak adlandırdıkları Tayvan’ı keşfederler. Daha sonra tüm Avrupalı gemilerin geçiş güzergahı olur.
b) Hollanda Hakimiyeti; Portekiz ve İspanya’nın bu bölgedeki hâkimiyetine 1579’da Hollanda, Britanya ile ittifak yaparak son verir. Hollanda G. Doğu Asya’daki hükümranlığını 1627’de Tayvan’a ayak basarak 40 yıllık sömürge yönetimi sürdürür.
Hollanda yönetimindeki Tayvan’ın stratejik Çing imparatorluğuna karşı direniş için uygun bir yerdir. Asiler ve Ming yandaşları 1662’de 38 yıl süren Hollanda hükümranlığına son vererek Tayvan’a hakim olurlar. Koşinga’dan sonra oğlu Çeng adadaki hanedanlığı sürdürür. Mançular 23 yıllık Çeng Hanedanlığına son vererek 1683’de adayı Çing İmparatorluğuna katarlar.1895’e kadar ada Çin tarafından yönetilir. Adada kötü yönetim nedeniyle 15 büyük ayaklanma yaşanır.
1800’lerde Batı ülkelerinin bölgedeki ticareti nedeniyle Tayvan’ın önemi artar. 1850’ler sonrası ABD ticari ofis ve konsolosluk açar. 1869’larda Çin’den sürgün edilen memurlarla yönetilir hale dönüşür. 1880’de Çin’in güney bölgesine adadaki isyancıların girişimi 1884’de Çin’in adaya önem vermesine, buraya ağırlık vermesine ve iyi yönetim kurmasına neden olur. Vali Liyu iyi işler yapar.

Japonların Gelişi
Çin-Japon Savaşı; Tarihsel kökleri eski olan Doğu Asya’nın iki gücü birbirlerinden çok etkilenmişler. Japonlar idari sistemden mimariye kadar Çin’den etkilenmişler. Çinlilerde Japonya’yı ticari alan olarak görürler. 1281’deki Japonya’yı istila harekatı fırtına nedeniyle başarısız olur. Ardından Japonlar Ming Hanedanlığı döneminde Çin’in zengin bölgelerine saldırarak zarar verirler. 1597’de Çin’in himayesindeki Kore istila edilse de 1598’de boşaltılır. Kore işgali Minglerin karşısında Mançuların güçlenmesine neden olur. 18. yy’da Japonya feodal sistemini yıkarak reformlarla Avrupa gibi yapılanma siyaseti izler. Çin’le zaman zaman anlaşmış olsa da 1876’da Tayvan’ı birkaç Japon’un öldürülmesi karşılığında tazminat olarak alır ve 1885’de Kore’de ulusal çıkarları olduğunu ilan eder.
Japonya, Avrupalı devletleri kendine örnek alarak sömürge politikası benimser. Kore’nin soya fasulyesi ve ormanları Japonlar için hayati önem taşır. 1875’de Kore merkezli Çin-Japon savaşı sonrası 1894’de Japonların Çin’i Seul ve Pyongyang’da yenerek Mançurya-Pekin’e doğru yürür. Çin’in 3 kez barış önerisine rağmen Japonlar yürüyüşüne devam ederken Tayvan’ı da ele geçirirler.
(Çinliler Japonlar için aşağılamak amacıyla “cüce” kavramını kullanırlar.)

Şimonoseki Anlaşması
Savaşın sonlarına doğru Li Hong-çang’ın başkanlığından 100 kişilik Çin barış heyeti Japon Honşu adasındaki Şimonoseki kentine gelir. Li, “her iki ulusun ortak paydalarının Asyalı olduğunu, Avrupalı beyaz ırkın, sarı ırka üstünlüğü şeklinde gelişen sömürgeci emperyalistleri bu bölgeden çıkartılmaları için birlikte çalışmaları gerektiğini” belirtir. Japon heyetine başkanlık eden Ho ise Çin’e farklı bir şey önerir: “Çin’de reform süreci başlatın.” Li’de “reformun kısa sürede güç olduğu” yanıtını verir. Sonuç olarak Çin’in Batıya karşı ittifak teklifi Japonya tarafından ciddiye alınmamıştır. Bu görüşmeler esnasında diplomatik trajedi yaşanır: Li, bir Japon genci tarafından yaralanır. Japonya, Çinlilerden özür diler, Pekin’e yürüyüşü geçici durdurarak ateşkes ilan eder.
Japon heyetinin 11 maddelik metnini Çin Heyeti ağır bulur. Japonya metni değiştirerek sert bir üslupla yeniden Çinlilere sunar: Japonya Kore’nin tarafsızlığını reddederek, Kore’nin bağımsızlığını Çin’in tanıması gerektiğini belirtmiş. Savaş tazminatında 1/3 oranında bir indirim yapıp, Mançurya’dan talep edilen topraklara sınır getirilerek, Tayvan ve Peng-hu adası özellikle talep edilmiştir.
1895’de iki ülke arasında Şimonoseki Antlaşması imzalanır. Tepkiler olsa da Mançurya ve Pekin kurtulmuştur. Bu anlaşma sonrası Fransa, Almanya, Rusya Japonya’yı savaş gemileriyle taciz etmiş ve“15 gün içinde Liadong yarımadasını boşaltarak Çinlilere devretmesi” konusunda nota vermiştir. Bu durum, Japonların, Çin’i işgali ile endişelenen Rusların Uzakdoğu’daki çıkarlarına hizmet ederken, 1897’ye gelindiğinde birçok batılı devlet Çin’den imtiyaz elde etmişlerdir.

Tayvan’da Japon Hakimiyeti
Japonlar, Tayvan’ın ele geçirilmesi ile bölgesindeki deniz hakimiyetini ele geçirerek güç elde edecektir. Anlaşma öncesi Peng-hu adaları işgal edilir. İngiliz ve Fransızların tepkilerini görmezden gelir. 1895’de ilan edilen Tayvan Demokratik Cumhuriyetinin bağımsızlık bildirgesi adanın işgalini önleyemez. Tayvanlıların Japonlara direniş göstererek savaşmalarına rağmen Kasım ayı içinde ada tamamen Japonların eline geçer. Peş peşe gelen isyanlar sonucu valiler sık değişir.
Japonların adada ilk uğraşlarının başında afyon içiminin yasaklanması gelir. Tayvan bankası kurularak 1904’de ilk banknot çıkarılır. 1907–12–13–15 yıllarındaki isyanların en kapsamlısı 1915 Tapani ayaklanması da kanlı bir şekilde bastırılır. Ancak bu isyan sonrası Tayvanlılar silahlı mücadele yerine örgütlü sivil mücadele olan siyasi mücadeleyi başlatırlar. Japonya’daki Tayvanlı öğrencilerin oluşturduğu “Aydınlanma topluluğu”(1918), zamanla “Yeni Halk topluluğu”(1920), “Tayvanlı gençler derneği” adını alarak ilk yayın organları “Tayvan Gençliği” dergisi(1922), “Tayvan” adı ile aylık ve haftalık dönüşümler sonrası “Yeni Tayvan Ming Pao”(1930) adını alarak günlük gazeteye dönüşür.
Dilekçe Hareketi; Tayvan yayın organlarında Sömürge kanunlarına karşı imza ve dilekçe kampanyası, Japonya’daki Tayvan topluluğu ayrı bir Tayvan yönetimi kanunu çıkarılması ve Tayvan parlamentosu kurulması yolunda 1921-1934’lerde yapılan 14 başvurusu sonuçsuz kalır.
Tayvan’a Komünizmin gelişi; 1921’de Çin, 1922’de Japon komünist partilerini takiben Tayvan komünist partisi 1928’de Şanghay’da kurulur, 1931’de tüm üyeleri tutuklanır.
Buşa Hadisesi; 1930’da Buşa ilkokulunda atletizm yarışları esnasında silahlı Aborjinlerin baskını sonucu Japonlar yanında birçok Tayvanlı yanlışlıkla öldürülür, hükümet binaları 3 gün işgal edilir. Ardından vali tarafından seferberlik ilan edilerek yüzlerce Aborjin öldürülür. 1931’de bu kez ikinci Buşa hadisesinde diğer kabileler Aborjinlere saldırarak yüzlercesini öldürür.

Çin’deki Gelişmeler
Mançu hanedanlığının hüküm sürdüğü Çin’de Şimonoseki anlaşmasıyla Japon yayılmacılığı karşısında Çin halkının küçük düşürüldüğü, ardından batılıların, Britanyalıların sömürge anlayışlarına karşın milliyetçi akımların yayılmaya başlandığı görülür. İmparatorluk halkın ve dış güçlerin reform taleplerini ağırdan alır. Ancak iki Alman misyonerin öldürülmesi sonrası imparator tarafından başlatılan 100 gün reform hareketi ana-imparoriçe ve ordu tarafından bir ay geçmeden kesilir. Ardından boksör ayaklanması “Çingi devir, yabancıları yok et” parolasıyla yola çıksa da “Çingi koru, yabancıları yok et” parolasına dönüşür. 1900’de batılı güçlerden oluşan kuvvetler boksörler ayaklanmasını bastırarak zaferlerini ilan eder. 1901’de batılılarla imzalanan anlaşma Şimonoseki anlaşması gibi onur kırıcı ve tazminat yükümlüdür. Bu savaş Mançu hanedanlığının hem içeride hem de dışarıda güçsüzleştiğinin göstergesidir. 1895’de Dr. Sun Yat-sen öncülüğünde ortaya çıkan cumhuriyetçi akım 1911’de çıkan askeri isyan sonrası gelişmelere yön verir. İsyan büyüyerek 1912’de 2000 yıllık Çin imparatorluğunun sonunu getirir, Cumhuriyet’e geçilir. Son imparator Pu-Yi tahttan indirilerek, Yüan Şih-kay cumhurbaşkanı seçilir. İmparatorluk sonrası kurulan cumhuriyet asker, sivil arasında el değiştirerek, Yüan ve milliyetçilik, demokrasi ve sosyalist çizgiler taşıyan Dr. Sun‘un ölümü sonrası ulusal devrimci ordunun başkomutanı olan Çang Kay-şek liderliğinde1925’te milliyetçiliği benimser.
4 Mayıs Hareketi; I. Dünya Savaşı sırasında -Japonya’nın işgalindeki toprakları kurtarırım amacıyla- Japonların müttefiki Almanlara savaş açarak Fransa’ya asker gönderir. Savaş sonrası yayınlanan Wilson prensipleri, 1840’lardan bu yana Japonya ve batılı devletlerin Çin üzerindeki tahakkümlerinin sona ereceği yolunda sevinç yaratır. Öncesinde Pekin-Japon gizli anlaşması, arkasından Japonya-ABD arasındaki Çin’in nüfuz alanı olarak gizli paylaşımı anlaşmaları yapılır.1919’da başlayan Paris konferansındaki vaatlerin yerine getirilmeyeceğini öğrenen Çinliler hayal kırıklığına uğrar. Bu olumsuzluklar atmosferinde Çin yeni yolculuğuna çıkacak fikirlerin serpilmesine meydan verir. 1917 Rus devrimi Çin’i etkiler. Bir yandan Konfüçyüs ilkelerine karşı çıkan gençliğin Marksizm’e sempatisi 4 Mayıs’ta Pekin hükümeti ve Japonya’ya karşı büyük bir öğrenci gösterisine dönüşerek halkın desteğini alarak birleşik bir cephe ortaya çıkar. Bunu okul boykotları takip eder. Çin hükümeti geri adım atarak Versay anlaşmasını imzalamaz. 1919’daki bu yurtseverlik hareketi kitlesel yapıya dönüşerek, Çin’de Marksizm’in temelini oluşturur.
Milliyetçi Partinin (Guomindang) Kuruluşu; Milliyetçi parti 1912’de Sung Ciao-cen ve Dr. Sun Yat-sen tarafından kurulur. İçerisinde milliyetçilerden radikal solculara kadar birçok düşünceyi barındırır. 1923’de SBKP danışmanları Leninist parti örgütlenmesi çerçevesinde kitleleri harekete geçirmenin propaganda tekniklerini öğreten bir enstitü açmaya yardımcı olur. Daha sonraki yıllarda Sung ve Sun’un ölümleri üzerine Çang Kay-şek 1927’de iktidarı ele alır. Sonrasında sol ve komünistlerle yolları ayırır. Aynı yıl Mao’nun önderlik ettiği köylü ayaklanması bastırılır.1927–37 yıllarında milliyetçiler tüm Çin’i kontrol altına alır.

JAPON İŞGALİ ve II. DÜNYA SAVAŞI
1936’da Japon şirketine ait Mukden yakınlarındaki demiryolunun sabotajından Çin’i sorumlu tutarak 1937’de Mançurya’yı işgal eder. Çin’in Milletler Cemiyetinden yardım talebi destek görmez. Japon ve Çin askerleri Pekin yakınlarındaki Markopolo köprüsünde çatışırlar. Japonya 1941 Pearl Harbour baskınına kadar resmen savaş ilan etmese de Pasifik savaşı kapsamında Şanghay ve Nancıng’ı işgal eder.
Savaş sürecinde Tayvan’ın konumu bir üs niteliğindedir. Japon ordusu için ”gönüllüler özel ordusu” olarak savaşa katılan 200 bin Tayvanlıdan 30 bini hayatını kaybeder. 15 Ağustos 1945’de Japonların mağlubiyet ilanı bağımsızlık mücadelesi başlatsa da başarılı olamaz illegal olarak devam eder. Guomindang adada faaliyetlerini artırır. Japonların çekilme kararı sonucu Tayvan, Çin’in eyaleti olur. 1947’de Çin tarafından Japonlara ait bütün tesisler millileştirilir, Yuan resmi para olur.




Çin İç Savaşı (1945–49)
1927’den sonra Mao’nun önderlik ettiği köylü ayaklanmaları 1934’de “uzun yürüyüş” olarak (12.000 km) komünistleri öne çıkarır. Japonya’nın işgali üzerine 1936’da Guomindang ve ÇKP arasında Japonlara karşı Birleşik Cephe kurulur.
1944’de ABD büyükelçisi Hurley Guomindang ve ÇKP arasındaki alevlenen çatışmalara arabuluculuk ederek uzlaşı sağlar. Japonların teslimiyetine yakın komünistlerin Japonların işgal ettiği yerleri alarak yerleşmeleri milliyetçileri tedirgin eder. Yer yer Japonlarla güç birliği yaparak komünistlerle çarpışan milliyetçiler ABD ile de işbirliği yapmaktadır. Yalta anlaşması gereği Japonlara savaş açan Sovyetler Japonların tesliminde Mançurya’ya girer ve Çin’le dostluk ve işbirliği anlaşması yaparak 3 ay içinde çekilme taahhüdü verir. Milliyetçilerin Japonlardan ve Sovyet askerlerinden boşalacak yerlerin komünistlerce doldurulmasını önlemek amacıyla Sovyetlerin çekilmesini geciktirme talebi bir yıl işler. Sovyetler bu süreçte ABD’nin bölgede ki nüfuzuna karşılık kendine yandaş olan ÇKP’yi destekleyerek güçlenmesine yardımcı olur. Komünistler böylece Mançurya’da güçlenir. ABD başkanı Truman, Hurley’i başarısız bularak Marshall’ı görevlendirir.
Marshall Çin’deki milliyetçiler ve komünistleri bir araya toplayarak uzlaştırır. Kuzey Çin’deki askeri faaliyetlerin son bularak merkezi hükümetin Mançurya ve Japon işgalindeki yerlere kuvvet göndermesi kararına varılır. II. Dünya Savaşı sürecinde Guomindang’ın olduğu gibi ÇKP-ABD ve SSCB ilişkileri olumlu-olumsuz yelpazeler içerir.
Milliyetçiler ve komünistler arasındaki anlaşmanın çatlak vermesi sonucu iç savaş bütün şiddetiyle sürer. Milliyetçilere ABD yardım yaparken, komünistlere Sovyetler yardım yapar. Komünistler, 1946’dan itibaren Çin Halk Kurtuluş Ordusunu kurarak düzenli orduya ulaşır. 1947 Truman doktrini çerçevesinde oluşturulan yardımdan Sovyet tehdidinde olmadığından Çin pay alamaz. Ocak 1949’da milliyetçiler iç savaşın mağlubu olunca Çang taraftarlarıyla Tayvan’a geçer, iç savaş anakarada biter.
Milliyetçi Partinin (Guomindang) Düşüşü ve Komünistlerin Yükselişi; İmparatorluk sonrası kurtarıcı rol oynayan Milliyetçi parti iç-dış nedenlerle yıpranmış, komünistler tarafından çökertilmiştir. ÇKP’nin yükselmesinde temel neden ülke genelinde “toprak reformu” sözüne dayanır. 1921 sonrası güçlenen parti kitlelere “halk savaşı” doktrinini benimsetir. Bunun için 4 kuruluş oluşturulur. Bu birimlerle (1.Milis birimler, 2.Yerel savunma birlikleri, 3.Kadın birliği, 4.Çiftçi birliği) Savaş ve toprak ağalarına ve de onların yaşam kaynağı feodalizme karşı top yekün mücadele başlatılır.
Milliyetçi Çin’in Doğuşu; Tayvan artık 1949’da Milliyetçi Çin’in doğuşuna sahne olur. Çang ve oğulları tarafından milliyetçi parti güçlendirilir. Anakara da ise 1 Ekim 1949’da komünistlerin önderliğinde Çin Halk Cumhuriyeti ilan edilir. (Sürecek…) (http://www.remzikocoz.com)

Remzi KOÇÖZ
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz