“Uluslar için, atalarının yaratmış oldukları destanlar gurur kaynağı olurken; olumsuz tabloları hiç unutmaz, başarısızlıkları da ibret almaları gereken dersler olur. Tarih bilincini, uygarlık bilinci ile örtüştüren uluslar ise toplumlarını geleceğe diğer ulusların daima önünde taşırlar. Zaten, önemli olan husus: varlığını sürdürebilmek ve onu yücelterek daha da yükseğe taşıyabilmektir.”
Türk Dili
Türk olgusu, Türk gerçekliği bilimsel olarak ele alındığında Arkeologlar, Antropologlar ışığında Türkologlar tarafından: “Türk, Türk dilini konuşandır. Türklerle ilgili biricik tanım dilbilimsel olandır, başkası yetersiz kalır” şeklinde ortaya konulmaktadır.
Tarihteki Türkler ilk metinlerini dikme taşlara, mezar taşlarına yazmışlardır. MÖ VI ve VIII. yy.’lardan kalma Orhun ve Yenisey yazıtları Türk dilinin en eski kayıtlarıdır. Yazılar kültürü, sonrasında yaratılan destanlar ise uygarlığı betimler. Türk halkları V. yy’dan beri çeşitli din ve kültürlerin etkisi altına girip çıktıkları için dilleri de bu değişikliklerden etkilenmiş, çağlar boyunca Türk dilini yazmak için 20’ye yakın değişik alfabe kullanmışlardır. Göktürk-Uygur-Arap alfabeleri sonrası XX. yy’da Türkiye Türkleri Latin alfabesini kabul ederken Sovyetlerdeki Türkler Kiril alfabesini benimserler.
Doğu Asya’dan Batı Avrupa’ya kadar uzanan toprakların bazı kesimlerinde konuşulan aynı ortak dilden çıkmış birçok Türk dili ve lehçesi vardır. Türk lehçelerinin sınıflandırılması konusunda Türkologlar farklı görüşler ortaya koymuşlardır.
Türk dili de zamanla yıpranarak ilk önemli bozulmayı (Arapça ve Farsça sözcük) Osmanlıca adı altında yaşar. Dilleri Türkçe olduğu halde Arapça–Farsça anlatım tarzları dili o kadar bozmuşki bu nedenle XIX. yy’da Türkçe’de reform yapmak gerekmiştir.
Saray çevresinde Farsça hakim olurken, halk atalarından öğrendiği Türkçeyi konuşmayı sürdürmüş; Türkçeyi kurtaran ve Türklerin Türk olarak kalmalarını sağlayan da bu olmuş. Bu insanlar küçük lirik deyişlere, şarkılara, türkülere, destanlara ruh vererek Türkçeyi yaşatmış; saz ve söz ile Türkçe’yi bugünlere taşımışlardır.
Karamanoğlu Mehmet Bey, 1277 yılında ki fermanı ile Türkçeyi resmileştirir: “Bugünden sonra divanda, dergahta, barigahta, mecliste, meydanda Türkçeden başka bir dil kullanılmayacaktır.”
Çağdaş Türkiye’nin kurucusu M. Kemal ATATÜRK ise; “ Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay dildir. Türk dili, Türk Milletinin kalbidir, beynidir” diyerek Türkçeyi ölümsüzleştirecektir.
Moliere, “Kibarlık Budalası” adlı eserinde; Türkçe için “şu Türkçe ne hayran kalınacak dil, az sözcükle çok şey söyler.”
Bitişken dillerden biri olan Türkçe’nin kurallı ve mantıklı oluşu öğrenilmesini kolaylaştırır. Bir diğer özellik ünlü-ünsüz ses uyumudur.
Oğuz Kağan, Alp er Tunga, Ergenekon ve Manas Destanları, Dede Korkut masalları anonimdir. Yusuf Has Hacib–Kutadgu Bilig (Mutluluğu getiren bilgi), Kaşgarlı Mahmut–Edebiyat Antolojisi ilk yazılı eserlerdir. Gazzali, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Nasrettin Hoca, Yunus Emre, Ali Şir Nevai, Köroğlu, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Evliya Çelebi ve adlarını sığdıramayacağımız niceleri ile bugünlere uzanır
Günümüz Türk Dünyasına Bakış
Türkler tarih boyunca boylardan-soylara farklı adlarla tarih sahnesinde hep var olmuşlardır. Bu varlıkların en büyük özelliği savaşçı yapılarından kaynaklanan doğuştan asker ruhlu bir millet olmalarıdır. Bu yüzden Avrupalılar, Çinliler Türkleri “Barbar” olarak nitelemişlerdir. Gözü kara bu insanlar at sırtında kıtadan kıtaya kanlar akıtmış, canlar vermiş, fetihler yapmışlar. Savaşmanın acımasız tüm kurallarını, yaşamak için ayakta kalmak ve de soylarını devam ettirmek için uygulamışlardır. Türklere barbar diyen uluslar Ortaçağ Avrupa’sında, Haçlı savaşlarında, engizisyonlarında akıl almaz vahşetler uygulamışlar, ortaya koymuşlardır. Türkler barbarlıkta onların eline su bile dökemez!
Avrupalılar bu süreci uygarlık potasında eriterek Birleşik Avrupa’ya doğru yol alırken Türkler de 21. yüzyıl coğrafyasında yalnız kalmamak için bu birleşime katılmanın uğraşını hem içerde hem dışarıda vermektedir. Hukuk başta olmak üzere hayatın her alanında son sürat değişiklikler, yenilikler ortaya koymaktadır. Bir yerde ülke olarak yeniden yapılanma (reorganizasyon) gerçekleştirilmektedir. Bazı gelişmeler ağır kalsa da başlamak önem taşıyacaktır.
Türklerin savaş kuralları dışında tarihe geçmiş bağnazlıkları yoktur. Düşmanları Türkleri bağnaz-barbar olarak nitelerler. Günümüzde Yunanlılar ve Ermeniler hala Türk aleyhtarı propagandaları sürdürmeye devam etmektedirler. Bu bize Türklerin evrensellik içeren “Yurtta barış, dünyada barış” değerleri ile barış içerisinde bir arada yaşamanın savunucusu olarak uygarlığa büyük katkılarda bulunduğunu ortaya koyar. Türkiye Cumhuriyeti, kurulduktan sonra Ulusal kurtuluş savaşı sonrası II. Dünya Savaşı, I. ve II. Körfez savaşlarına karşı barış çubuğunu hep yüksekte tutmuştur. Çünkü artık Türkler savaşmanın acısının ne olduğunu, bugünkü topraklarının değerini, bu toprakların savunulması dışında savaşın haksız, kirli, çıkarsal olduğunu çok iyi bilmektedir. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı bunun en bariz örneğidir.
(Kurtuluş savaşını yapmış 13 milyon Türk 2000’lerde 70 milyon olarak büyüyüp gelişir, Türk Dünyası da 200 milyonlara ulaşır. )
Türkler günümüzde yoğunlukla Türkiye’de, Azerbeycan’da, İran’da, Batı Türkistan’da (Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan) ve Çin sınırları içersindeki Doğu Türkistan’da, Kuzey Kıbrıs’ta, Rusya Federasyonu içersinde Tatar, Başkırt, ve Çuvaşların yaşadığı Volga-Ural bölgesinde, Doğu Sibirya’da Yakutistan ile Altay Dağlarının kuzeyinde Tuvalar, Hakaslar ve Altaylıların yaşadığı bölgede yoğunluk oluşturmaktadırlar.
Öte yandan Yunanistan (Batı Trakya), Bulgaristan (Deliorman, Mestanlı, Kızanlık, Kırcaali), Romanya (Dobruca), Moldova (Besarabya), Makedonya (Üsküp), Irak (Kerkük), Suriye (Humus, Halep), Afganistan’da Türk azınlıklar yaşamaktadır.
Ayrıca Batı Avrupa, Avustralya ve dünyanın değişik bölgelerinde yaklaşık 5 milyondan fazla işçi yada göçmen olarak Türk vardır.
Sonuç
Türkler 1699’dan 1922’lere kadar savaş alanlarında, cephelerde kanlarını akıttılar. Kimi zaman yendiler, çoğunda yenildiler. Kala kala 13 milyon kaldılar, oda Anadolu’da. Eşi benzeri olmayan inançları ve sağlam savaşçı ruhları yeniden dirilmelerini sağlayacaktı.
Türklerin 1453 yılında İstanbul’u ele geçirerek Ortaçağı sona erdirerek Viyana’ya kadar büyümelerinin ardından 1900’lere doğru ‘Hasta Adam’ konumuna düştükleri ve yeniden dirilerek “Ulusal Kurtuluş savaşı” sonrası Anadolu-Rumeli yarımadası üzerinde son Türk Devletini kurarak, 20. yüzyıla da damgasını M. Kemal ATATÜRK ile vurmuşlardır. ‘Hasta Adam’ ölecek yerine yeni bir güneş, yeni Türk Devleti, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ doğacaktır...
Tükler bugünde hala özellikleri belirgin ve Avrupalılarla geniş ölçüde birbirine ters düşen insan toplulukları oluşturmaktadır.
(Belkide bu tespitler AB sürecinin bu kadar uzamasının temel faktörüdür. Onun için AB ‘Hazmetme kapasitesi’ şeklinde bir metin hazırlama gereği duyar.)
Türk dünyasının yok olmaya yüz tutuğu son yüzyıl içersinde farklı biçim ve koşullarda gerçek dirilişler yaşanır. Büyük Okyanus dışında Orta Asya ile Akdeniz arasında yeniden hayat bulur.
Geçmiş her zaman geleceğin aynası olamaz, olmamıştır da... Akıl ve bilimle gelecek öngörülebilir; ancak tarihe takılı kalmakla değil tabiki!
Türk dünyası içersinde lokomotif görevi üstlenen Türkiye her geçen gün stratejik açıdan olduğu kadar, her açıdan önemini dahada artırmaktadır. Ortada satranç oynanmakta, Türkler ise kadercilik karşıtı olan akılcılığı öne çıkararak, bölgesini de ardından sürükleyerek yepyeni güç olacak konjoktürdedir. Ekonomik, sosyal, siyasi duraksamalar ve istikrarsızlıklar çağdaş uygarlık yolunda son olumsuzluklardır. Bunlardan da sıyrınıldığında o zaman gösterdikleri çabanın karşılığı olan diğer ulusların yakaladığı ya da yakalamağa çalıştığı bir geleceğe sahip olmak en doğal hakkıdır, Türklerin ve de Türk Dünyasının...
Tarihimizi çok iyi okumamız ve bilmemiz gerektiğinin önemini yıllar öncesinden Büyük Önder Atatürk şu şekilde vurgular: “Tarih bilincini canlı tutamayan Uluslar zamanla erozyona uğrayarak ulus olma özelliklerini yitirerek, başka ulusların egemenlikleri altına girerler.”
Bugün için; Önemli olan yaşamı yarınlara, geleceğe taşıyabilmektir. Sürdürebilmek ve kalabilmektir.
Türk tarihi; şan, şeref, ve sayısız kahramanlıklarla doludur. Kısır çekişmeler, içsel sorunlar ve ardından oluşan duraksamalar bugünkü uygarlığın gerisinde kalınmasının nedenlerinden en önemlisidir.
Destanlar yaratmak yetmiyor.! O destanları korumak, yaşatmak, geleceğe aktarmak gerek.
Tarihle övünmek yetmiyor.! Çalışmak, çok çalışmak, üretmek gerek.
Yürümek yetmiyor.! Koşmak, çok koşmak gerek.
Yoksa hep geriden takip ededurursunuz dünyayı ve uygarlığı...
Onun içinde; tarihe takılı kalmaktan öte tarihten dersler çıkararak, akıl ve bilimi ön planda tutmak öncelikler olmalıdır...
(http://www.remzikocoz.com)
Remzi KOÇÖZ
Dip not / Kaynakça:
(1) ‘Türkler’, Yeni Türkiye yayınları
(2) ‘Türk ve Türklük’, TSE yayını, 1994 Ankara
(3) ‘Vatan, Millet ve Bayrak Sevgisi’, Kültür Bakanlığı Yayınları
(4) ATATÜRK, M.Kemal, ‘Nutuk’
(5) GÜRÜN, Kamuran, ‘Türkler ve Türk Devletleri Tarihi’, Bilgi yayınevi, Eylül 1984
(6) GÖKALP, Ziya, ‘ Türkçülüğün Esasları’, Varlık yayınları
(7) TURAN, Osman, ‘ Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti’, Ankara 1965
(8) ROUX, Jean-Paul,‘Türklerin Tarihi’,Çev. Galip Üstün, Milliyet yayınları, 6.baskı,Haziran 1998
(9) Axis 2000 Büyük Ansiklopedi, cilt-12, Milliyet / Hachette yayınları, s.96
(10) DİNAMO, H.İzzettin,‘Kutsal İsyan’(Ulusal Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesi) [8 Cilt], May yayınları
(11) DİNAMO, H.İzzettin,‘Kutsal Barış’ (Ulusal Kurtuluş Savaşı Sonrasının Gerçek Hikayesi) [4 Cilt]
(12) ÖZAKMAN, Turgut, ‘Şu Çılgın Türkler’, 5.basım, Bilgi yayınevi
(13) RAN, N.Hikmet, ‘Kuvayı Milliye Destanı’, Cem yayınevi
(14) KOÇÖZ, Remzi, ‘Bozkırda Bir Şehir’, Çağın Polisi Dergisi, sayı-24, Aralık 2003
30 Kasım 2011 Çarşamba
24 Kasım 2011 Perşembe
Tarihten Günümüze; “TÜRKLER” (II)
“Elde avuçta hiçbirşey yokken, emperyalizme, galip devletlere, Yunan ordusuna, Ermenilere, Pontus çetelerine karşı silahlı mücadeleye girişmeyi çılgınlık sayanlar çoktur. Silahsızlandırılmış Türk ordusunun bu tarihteki gücü, o da kağıt üzerinde, 35-40 bin kişidir. Oysa Türkiye’deki silahlı işgalcilerin sayısı giderek 400 bin kişiyi bulacaktır. Yoksul, bitik Anadolu, 400 bin işgalciyi ve 10 binlerce silahlı-silahsız haini yenmeyi başaracaktır. Milli Mücadele işte bu mucizenin, bu onurlu, güzel çılgınlığın adıdır.”
Turgut ÖZAKMAN (Şu Çılgın Türkler)
Yeniden Diriliş
1914-1918 yılları arası Osmanlı İmparatorluğu yeni bir maceraya sürüklenerek Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanında I. Dünya Savaşına girer. Ve bu süreç şu şekilde dramatilize edilir: “Zavallı Anadolu 5 cepheye, durup dinlenmeden kan ve can pompalar. Halk uzun yıllardan beri cephede ölümle, cephe gerisinde yoksullukla boğuşa boğuşa tükenmiş, içine kapanmıştır.”
Müttefiklerinin yenilgisi sonucu; bu savaşın galipleri tarafından Osmanlıların fiili olarak paylaşılması kararı alınır. “Pantürkizm Hazar kıyılarında, Panislamizm Arabistan çöllerinde ölmüş, elde yalnız bitkin ve yoksul Anadolu kalmıştır.”
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros mütarekesi Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşı sonunda teslimiyet belgesidir. Anadolu’unun işgalinin ardından İstanbul ortaklaşa işgal edilir, Ortaçağın haçlı anlayışı yeniden hortlatılır. Emperyalist güçler işgal ile yetinmeyerek 1920 tarihinde imzalanan Sevr anlaşması sonucu ‘Doğu Sorunu’na noktayı koymuş, Anadolu paylaşılacaktı!
19 Mayıs 1919 günü Samsun’da yakılan “Kurtuluş Meşalesi” Amasya, Erzurum, Sivas üzerinden Ankara’ya gelmiş. Ankara yakılan bu meşaleyi devralmış, tüm yurda yaymış. 20. yüzyıldaki kaderini, gerçek yerini bulmak için M. Kemal ve arkadaşlarına saltanattan ve işgalden uzakta kucak açmış. Onlara Türkün ateşten gömleğini giydirmiş. Misyon yüklemiş, güven vermiş, moral olmuş, küsmemiş, hiç ama hiç yılgınlığa düşmemiş.
İstanbul ve Anadolu’dan gelen temsilcilerle Millet Meclisi toplanmış, yeni Türk devletine giden yolda bir ilk daha gerçekleştirilerek, Hükümet kurma iradesi gösterilmiş. Ardından Misak-ı Milli ruhuyla siyasi alt yapı gerçekleştirilerek zaman geçirmeden Kuvayi Milliye ruhunu cephelerde düzenli orduya dönüştürmüş; bir ara Sakarya’nın doğusuna, Polatlı yakınlarına kadar çekilerek -askeri deha olarak nitelenen çekilme harekatının- ardından son darbeyi Büyük Taarruzla noktalayarak, Türkün savaş ustalığını tüm dünyaya göstermiş, Türkün ulusal kurtuluşunu gerçekleştirmiştir.
Süngüsü olmayanlar tüfeğinin dipçiğiyle, kazmasıyla, küreğiyle, yüreğiyle, yumruğu ile göze göz, dişe diş dövüşürler. Yakup Kadri’nin deyimiyle; “Bağımsızlığı ve özgürlüğü için mücadele eden bir halkın destanı bu.” Bu savaştan öte bir şeydir. Yüzyıllardır uykuya yatırılmış bir ulusun yeniden dirilmesidir, varolma mücadelesidir.
Binlerce yıllık ihtişam sonrası Türklerden geriye bir büyük kentle, bağımsız ve egemen olabilecekleri Türkiye devleti kalmıştı.
“Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Çünkü,Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir” sözleri yeniden dirilen Türk milletinin son Ata’sının ona duymuş olduğu büyük sevgisinin yansımasıdır. Türk tarihinde bir dönüm noktası olan Kurtuluş Savaşı'nı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve devrimlerin yapılışını, Cumhuriyetin ilanına kadar uzanan başarılı bir tarihi akışın hikayesi, yeniden diriliş Atatürk'ün kendi kaleminden çıkan “Nutuk” adlı eserde tarihe not düşülür.
Diğer Türk dünyasına gelince; 1917 devrimi Çarlık karşısında ezilen Türkleri Sosyalist, Panislamist ve Pantürkist ideolojiler çalkantısında şaşkınlığa düşürecek, bağımsızlık ya da özerklik hareketleri kısa sürede bastırılacaktı. Sovyetlerin dağılması sonrası Türki Cumhuriyetler olarak anılan Kafkaslar ve Batı Türkistan’daki bağımsız devletler oluşacaktı. Yeni oluşan Rusya federasyonundaki Tükler ise özerk bölge adı altında yaşamlarını sürdürmeye devam edecek tam bağımsız olamayacaklardı. Çeçenlerin direnişi canlı bir örnektir. 1974 Barış Harekatı sonrası Kıbrıs Türkleri KKTC’yi kurmuş, bugüne kadar tanıyan olmamışsa da (Türk dünyası ve Müslüman coğrafya dahil) AB sürecinde tüm olumsuzluklara rağmen Anavatan güvencesinde yaşamlarını sürdürecekti.
Etnoğrafik, Antropolojik, Arkeolojik Bulgular
Türk tarihini inceleyen Türkolog, Arkeolog ve Antropologlar Türklerin demir-çelikle tarih sahnesine çıktıklarını, Batının barbarlık çağında Türklerin medeniyetleri ile Doğu ve Batıyı etkilediklerini ifade etmektedirler. Ergenekon Destanı, Türklerin tarih sahnesine çıkışlarını sembolize etmektedir. Bu destana göre:
“Tanrının gücü ile ateş kızdıktan sonra demir dağ eriyip akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününün, kutsal saatini bekleyip, bu yoldan Ergenokon’dan çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün ondan sonra Göktürkler’de bayram oldu. Her yıl o gün gelince büyük tören yaptılar. Bir parça demiri ateşe salıp kızdırırlar. Önce Kağan bunu kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Ondan sonra tüm Türk beyleride böyle yapıp bu günü kutlarlar.”
Türklerin kökenlerinin göksel olduğu ve olağanüstü, mucizevi bir doğum sonucunda dünyaya geldiği şu efsane ile dile getirilir:
“İlk Türkler olarak bilinen Hiung-Nular, T’u-kü-e’nin özel bir dalı A-se-na olarak ad almışlardır. Topluluk olarak komşuları tarafından yok edilmelerinden bir tek 10 yaşında bir erkek çocuğu sağ kalmış, ona da düşman askerler tarafından acınarak ayakları kesilip bataklığa atılmış, orada dişi bir kurdun onu etle besleyerek büyüttüğü, dişi kurtun onunla çiftleşerek gebe kaldığı, komşu hükümdarın bunu öğrenmesi üzerine öldürülmekten kurtulan dişi kurt Turfan ülkesinin kuzeyinde bir dağa kaçmış. Bu dağın içersindeki mağarada uçsuz bucaksız verimli bir ova da dişi kurt 10 erkek çocuk dünyaya getirmiş. Bu çocuklar büyüyerek dışarıdan evlenerek çocukları olmuş. Bu çocukların çocuklarından biri kendine Asena adını vermiş. Tarihteki Türk boylarının bu şekilde ortaya çıktığı ve çoğaldıkları “Türk” soyunun T’u-kü-e’nin torunlarından türediği söylenegelmiştir.”
Ortak Paydalar, Sosyolojik Özellikler
“Türk” sözcüğünün gerisinde “Törük” yada “Türük”, onun da “Güçlü” ya da “Güçlüler” anlamına gelerek boy ve soydan öte siyasi bir örgütlenmeyi nitelediği ortaya konulmuştur.
Onunda “T’u-kü-e” sözcüğünden geldiğini, Türkçe konuşanları anlatmak için de zamanla ortak payda olan “ Türk” sözcüğü doğmuştur.
“T’u-kü-e” Türk dilinde miğfer anlamına da gelir. Göktürkler döneminde Altay dağlarının eteklerinde oturdukları için, miğfer biçimindeki dağın şeklinden Türk adını almış oldukları Çin kaynakları tarafından anlatılmaktadır. Tarihin akışı içersinde Türk adı Göktürklerle yayılır.
Ziya Gökalp’e göre; Türk kelimesi, geniş manasıyla törülmüş (yaratılmış), türemiş, çoğalmış millet yahut töreli, kanunlu, nizamlı ve düzenli millet demektir.
Kışın soğuk şiddetlidir. Eksi 50 dereceye kadar düşer. O zamanda sular, göller herşey buz kesilir, donar. Yazın çok sıcak olabilir, bazen düzensiz mevsimler sonrası fırtınalar, doğal afetler boy gösterir. Tüm bunlar bozkırın çetin koşullarından birer kesit. Türklerin vücutları ve ruhları bu fırtınalar, kışlar ve taşlar kalıbında biçimlenerek, derinlemesine etkilenmiş, “Güçlüler” olarak adlandırılmalarına yol açmıştır.
Orta Asya bozkırlarında egemen olan “Şan-yu” ünvanı terkedilerek, yerini “Kağan, Han, Hakan” ünvanları alır. Daha sonrasında “Sultan, İmparator, Şah, Padişah” ünvanları alınır.
Eski Türk toplumlarında kadın ailenin önemli bireyi olarak yüceltilmiştir. Türk destanları buna vurgu yapar. Türk kültüründe ülkeyi yöneten Hakan’ın eşine “Hatun” ünvanı verilir, Hatun törenlerde, şölenlerde, savaş kararlarında hakanın soluna oturur siyasi ve idari konularda görüş sunarmış. Cahiliye devri Araplarında, Hristiyan toplumlarında, Roma İmparatorluğunda, Çin’de kadın ikinci sınıf iken; Türk kadını saygın bir konumdadır. Zamanla Türk kadını bu konumunu kaybetse de Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk eski Türk toplumunun geleneklerinden hareketle Türk kadınını tarihte ait olduğu en yüksek mertebeye yükseltmiştir.
Avcılık ve toplayıcılık aşamasından hayvancılık aşamasına, Ren geyiğinden “at kültürü”ne geçmişler; attan çekme gücü olarak yararlanmayı, ata binmeyi ilk olarak onlar öğrenmişler, “Eyer ve Üzengi”yi icat etmiş, usta birer okçu olarak nam salmışlar; at üstünde okları, yayları ve kılıçları ile kıtadan kıtaya döt nala dolu dizgin yenilmez olmuşlar.
Atlarındaki eyer takımları yüzyıllar boyu sürekli değişerek hep gelişmiş; başlarına örme zırh, vüutlarına levhalı zırh kuşanır, silah olarak da; oku, yayı, kargısı, baltası, kalkanı ve daha sonraki zamanlarda kılıcı en kusursuz silahı olmuştur.
Teknik ve ateşli silahların gelişmesi sonrası savaşçı kimlik değişerek insan gücü arka planda kalacaktır. Tabiki diğer gelişmeleri de göz ardı edemeyiz. Köroğlu’nun, “delikli demir icat oldu mertlik bozuldu” sözünün paralelinde Türklerin tarih sahnesindeki üstünlükleri durağanlaşacak, düşüşe geçecektir..
Dünyanın en eski maden işleticisi olan Türkler Altay dağlarında demir işlerken, Anadolu yarımadasında toprağı işleyerek köylülük yanında maden çıkaran, zanaatla uğraşan sanayici olarak da var olurlar. Kırsal kesimde toprak işlerken kentlerde işlikler etkinleşir.
Temel besin maddelerinden sütün işlenmesi sonucu elde edilen Yoğurt (Yoğur eylemi kalınlaştırmak, yoğunlaştırmak demektir.) Türklerin en ünlü buluşlarından biridir. Çiçek Aşısı XVII. yy’da ilk kez İstanbul’da bulunarak kullanılmış. Kahve, Türklerin Viyana kapılarına dayandığı günlerin sıkıntısında Avrupalılar tarafından bulunmuştur.
Güzel sanatlar açısından; Türk resim, heykel ve mimarisi olarak ölülerin mezarları üzerinde abide, kitabe, ve heykellerin yapıldığı ve bunun bir anane olduğu kazılar sonucu elde edilen buluntulardan anlaşılmaktadır. Orhun abide ve kitabeleri ile Bilge Kağan’ın heykeli Türk mimari ve heykel sanatının eskiliğini gösterir. Madeni eşya üzerinde yapılmış insan ve hayvan resimleri, mücadele sahneleri hayvan resim sanatı adını alarak Avrupa’da araştırmalara konu olmuştur. Türk mimarisinin kalıcı eserlerini Selçuklular başlatmış, Osmanlılar Anadolu’dan, Balkanlara taşımışlardır. Cami, medrese, türbe, hastahane, kervansaray, kale ve köprülerle Türk mimarisinin en güzel eserleri günümüze ulaşmıştır.
Selçuklular devrinde tasavvufun yayılması musikinin gelişmesine katkı sağlarken, ünlü düşünür İbn Haldun, “musiki medeni yükselişin son ve sükutunda ilk sanatıdır” der. Müziğin ruh üzerinde bu tesirini hesap eden Türkler Edirne Darüş-şifa’sında hastaları konser ile tedavi ediyorlarmış. Osmanlı müziğinin yükselmesinde tekkeler çok büyük rol oynar. Nitekim Avrupa’dada kiliseler de ayni rolü üstlenmişlerdi. Türk halk edebiyatı gibi zengin olan Türk halk müziğide Orta Avrupa’ya kadar yayılırken öte yandan da İslam dünyasına uzanır.
Antropolojik nitelemeler çok sağlam olmasa da Türklerin ilk dalının ırksal özellikleri zaman içersinde dışarıdan evlenmeler sonrası -elmacık kemikleri çıkık, sarışın, mavi gözlü, gözleri çekik yapan- o kandan çok yabancı, Moğol, Çinli, İranlı, Yunanlı, Kafkasyalı, Rus, Zenci kanı akmaktadır. Günümüzde yeryüzünde saf ırk olmasa da Türklerin karışık bir ırk olmadıkları betimlenmektedir.
Türkler tarihlerinin hiçbir zamanında tek bir yerde, belirli sınırlar içinde kalmamışlar, kurdukları büyük imparatorlukların sınırları içerisinde sayısal açıdan Türkler azınlık kalmışlardır. Son olarak Osmanlı İmparatorluğu saray çevresinde “Türk” sözcüğü küçümsenmiş, XIX. yy’da köylüyü kaba saba olan kişiyi anlatmak için kullanılmıştır.
Pantürkizim, panislamizme rakip olarak 1789 sonrası gelişir. Türk sözcüğü Fransız Devrimi sonrası yeniden canlanarak “Jön Türkler-Genç Türkler” önceliğinde ortaya çıkar. Şair M. Emin Yurdakul’un “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” dizeleri tepki toplasa da buna bir örnektir. Ziya Gökalp, “ Türkler, maddi silahların manevi değerleri hükümsüz bıraktığı son asra kadar, üç kıtada bütün milletleri yenerek, tabiyetleri altına almışlardır. Demekki Türk felsefesi , bu milletlere ait felsefelerin hepsinden daha yüksekti. Bugünde öyledir” diyerek Batı medeniyetlerini küçümsemektedir.
M.Kemal ATATÜRK;
“Benim yaradılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. Büyük adamlar yetiştiren bir ırk, her halde büyük bir ırktır. Bir kavmi anlamak için onun liderlerini tetkik etmekten daha iyi bir vasıta yoktur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” diyerek Türk adını ilelebet sonsuza dek yaşatacak olan Türkiye Cumhuriyetini, devletini kurmuş, 20. yüzyıla damgasını vurmuştur. (Sürecek…)
(http://www.remzikocoz.com)
Remzi KOÇÖZ
Turgut ÖZAKMAN (Şu Çılgın Türkler)
Yeniden Diriliş
1914-1918 yılları arası Osmanlı İmparatorluğu yeni bir maceraya sürüklenerek Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanında I. Dünya Savaşına girer. Ve bu süreç şu şekilde dramatilize edilir: “Zavallı Anadolu 5 cepheye, durup dinlenmeden kan ve can pompalar. Halk uzun yıllardan beri cephede ölümle, cephe gerisinde yoksullukla boğuşa boğuşa tükenmiş, içine kapanmıştır.”
Müttefiklerinin yenilgisi sonucu; bu savaşın galipleri tarafından Osmanlıların fiili olarak paylaşılması kararı alınır. “Pantürkizm Hazar kıyılarında, Panislamizm Arabistan çöllerinde ölmüş, elde yalnız bitkin ve yoksul Anadolu kalmıştır.”
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros mütarekesi Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşı sonunda teslimiyet belgesidir. Anadolu’unun işgalinin ardından İstanbul ortaklaşa işgal edilir, Ortaçağın haçlı anlayışı yeniden hortlatılır. Emperyalist güçler işgal ile yetinmeyerek 1920 tarihinde imzalanan Sevr anlaşması sonucu ‘Doğu Sorunu’na noktayı koymuş, Anadolu paylaşılacaktı!
19 Mayıs 1919 günü Samsun’da yakılan “Kurtuluş Meşalesi” Amasya, Erzurum, Sivas üzerinden Ankara’ya gelmiş. Ankara yakılan bu meşaleyi devralmış, tüm yurda yaymış. 20. yüzyıldaki kaderini, gerçek yerini bulmak için M. Kemal ve arkadaşlarına saltanattan ve işgalden uzakta kucak açmış. Onlara Türkün ateşten gömleğini giydirmiş. Misyon yüklemiş, güven vermiş, moral olmuş, küsmemiş, hiç ama hiç yılgınlığa düşmemiş.
İstanbul ve Anadolu’dan gelen temsilcilerle Millet Meclisi toplanmış, yeni Türk devletine giden yolda bir ilk daha gerçekleştirilerek, Hükümet kurma iradesi gösterilmiş. Ardından Misak-ı Milli ruhuyla siyasi alt yapı gerçekleştirilerek zaman geçirmeden Kuvayi Milliye ruhunu cephelerde düzenli orduya dönüştürmüş; bir ara Sakarya’nın doğusuna, Polatlı yakınlarına kadar çekilerek -askeri deha olarak nitelenen çekilme harekatının- ardından son darbeyi Büyük Taarruzla noktalayarak, Türkün savaş ustalığını tüm dünyaya göstermiş, Türkün ulusal kurtuluşunu gerçekleştirmiştir.
Süngüsü olmayanlar tüfeğinin dipçiğiyle, kazmasıyla, küreğiyle, yüreğiyle, yumruğu ile göze göz, dişe diş dövüşürler. Yakup Kadri’nin deyimiyle; “Bağımsızlığı ve özgürlüğü için mücadele eden bir halkın destanı bu.” Bu savaştan öte bir şeydir. Yüzyıllardır uykuya yatırılmış bir ulusun yeniden dirilmesidir, varolma mücadelesidir.
Binlerce yıllık ihtişam sonrası Türklerden geriye bir büyük kentle, bağımsız ve egemen olabilecekleri Türkiye devleti kalmıştı.
“Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Çünkü,Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir” sözleri yeniden dirilen Türk milletinin son Ata’sının ona duymuş olduğu büyük sevgisinin yansımasıdır. Türk tarihinde bir dönüm noktası olan Kurtuluş Savaşı'nı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve devrimlerin yapılışını, Cumhuriyetin ilanına kadar uzanan başarılı bir tarihi akışın hikayesi, yeniden diriliş Atatürk'ün kendi kaleminden çıkan “Nutuk” adlı eserde tarihe not düşülür.
Diğer Türk dünyasına gelince; 1917 devrimi Çarlık karşısında ezilen Türkleri Sosyalist, Panislamist ve Pantürkist ideolojiler çalkantısında şaşkınlığa düşürecek, bağımsızlık ya da özerklik hareketleri kısa sürede bastırılacaktı. Sovyetlerin dağılması sonrası Türki Cumhuriyetler olarak anılan Kafkaslar ve Batı Türkistan’daki bağımsız devletler oluşacaktı. Yeni oluşan Rusya federasyonundaki Tükler ise özerk bölge adı altında yaşamlarını sürdürmeye devam edecek tam bağımsız olamayacaklardı. Çeçenlerin direnişi canlı bir örnektir. 1974 Barış Harekatı sonrası Kıbrıs Türkleri KKTC’yi kurmuş, bugüne kadar tanıyan olmamışsa da (Türk dünyası ve Müslüman coğrafya dahil) AB sürecinde tüm olumsuzluklara rağmen Anavatan güvencesinde yaşamlarını sürdürecekti.
Etnoğrafik, Antropolojik, Arkeolojik Bulgular
Türk tarihini inceleyen Türkolog, Arkeolog ve Antropologlar Türklerin demir-çelikle tarih sahnesine çıktıklarını, Batının barbarlık çağında Türklerin medeniyetleri ile Doğu ve Batıyı etkilediklerini ifade etmektedirler. Ergenekon Destanı, Türklerin tarih sahnesine çıkışlarını sembolize etmektedir. Bu destana göre:
“Tanrının gücü ile ateş kızdıktan sonra demir dağ eriyip akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününün, kutsal saatini bekleyip, bu yoldan Ergenokon’dan çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün ondan sonra Göktürkler’de bayram oldu. Her yıl o gün gelince büyük tören yaptılar. Bir parça demiri ateşe salıp kızdırırlar. Önce Kağan bunu kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Ondan sonra tüm Türk beyleride böyle yapıp bu günü kutlarlar.”
Türklerin kökenlerinin göksel olduğu ve olağanüstü, mucizevi bir doğum sonucunda dünyaya geldiği şu efsane ile dile getirilir:
“İlk Türkler olarak bilinen Hiung-Nular, T’u-kü-e’nin özel bir dalı A-se-na olarak ad almışlardır. Topluluk olarak komşuları tarafından yok edilmelerinden bir tek 10 yaşında bir erkek çocuğu sağ kalmış, ona da düşman askerler tarafından acınarak ayakları kesilip bataklığa atılmış, orada dişi bir kurdun onu etle besleyerek büyüttüğü, dişi kurtun onunla çiftleşerek gebe kaldığı, komşu hükümdarın bunu öğrenmesi üzerine öldürülmekten kurtulan dişi kurt Turfan ülkesinin kuzeyinde bir dağa kaçmış. Bu dağın içersindeki mağarada uçsuz bucaksız verimli bir ova da dişi kurt 10 erkek çocuk dünyaya getirmiş. Bu çocuklar büyüyerek dışarıdan evlenerek çocukları olmuş. Bu çocukların çocuklarından biri kendine Asena adını vermiş. Tarihteki Türk boylarının bu şekilde ortaya çıktığı ve çoğaldıkları “Türk” soyunun T’u-kü-e’nin torunlarından türediği söylenegelmiştir.”
Ortak Paydalar, Sosyolojik Özellikler
“Türk” sözcüğünün gerisinde “Törük” yada “Türük”, onun da “Güçlü” ya da “Güçlüler” anlamına gelerek boy ve soydan öte siyasi bir örgütlenmeyi nitelediği ortaya konulmuştur.
Onunda “T’u-kü-e” sözcüğünden geldiğini, Türkçe konuşanları anlatmak için de zamanla ortak payda olan “ Türk” sözcüğü doğmuştur.
“T’u-kü-e” Türk dilinde miğfer anlamına da gelir. Göktürkler döneminde Altay dağlarının eteklerinde oturdukları için, miğfer biçimindeki dağın şeklinden Türk adını almış oldukları Çin kaynakları tarafından anlatılmaktadır. Tarihin akışı içersinde Türk adı Göktürklerle yayılır.
Ziya Gökalp’e göre; Türk kelimesi, geniş manasıyla törülmüş (yaratılmış), türemiş, çoğalmış millet yahut töreli, kanunlu, nizamlı ve düzenli millet demektir.
Kışın soğuk şiddetlidir. Eksi 50 dereceye kadar düşer. O zamanda sular, göller herşey buz kesilir, donar. Yazın çok sıcak olabilir, bazen düzensiz mevsimler sonrası fırtınalar, doğal afetler boy gösterir. Tüm bunlar bozkırın çetin koşullarından birer kesit. Türklerin vücutları ve ruhları bu fırtınalar, kışlar ve taşlar kalıbında biçimlenerek, derinlemesine etkilenmiş, “Güçlüler” olarak adlandırılmalarına yol açmıştır.
Orta Asya bozkırlarında egemen olan “Şan-yu” ünvanı terkedilerek, yerini “Kağan, Han, Hakan” ünvanları alır. Daha sonrasında “Sultan, İmparator, Şah, Padişah” ünvanları alınır.
Eski Türk toplumlarında kadın ailenin önemli bireyi olarak yüceltilmiştir. Türk destanları buna vurgu yapar. Türk kültüründe ülkeyi yöneten Hakan’ın eşine “Hatun” ünvanı verilir, Hatun törenlerde, şölenlerde, savaş kararlarında hakanın soluna oturur siyasi ve idari konularda görüş sunarmış. Cahiliye devri Araplarında, Hristiyan toplumlarında, Roma İmparatorluğunda, Çin’de kadın ikinci sınıf iken; Türk kadını saygın bir konumdadır. Zamanla Türk kadını bu konumunu kaybetse de Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk eski Türk toplumunun geleneklerinden hareketle Türk kadınını tarihte ait olduğu en yüksek mertebeye yükseltmiştir.
Avcılık ve toplayıcılık aşamasından hayvancılık aşamasına, Ren geyiğinden “at kültürü”ne geçmişler; attan çekme gücü olarak yararlanmayı, ata binmeyi ilk olarak onlar öğrenmişler, “Eyer ve Üzengi”yi icat etmiş, usta birer okçu olarak nam salmışlar; at üstünde okları, yayları ve kılıçları ile kıtadan kıtaya döt nala dolu dizgin yenilmez olmuşlar.
Atlarındaki eyer takımları yüzyıllar boyu sürekli değişerek hep gelişmiş; başlarına örme zırh, vüutlarına levhalı zırh kuşanır, silah olarak da; oku, yayı, kargısı, baltası, kalkanı ve daha sonraki zamanlarda kılıcı en kusursuz silahı olmuştur.
Teknik ve ateşli silahların gelişmesi sonrası savaşçı kimlik değişerek insan gücü arka planda kalacaktır. Tabiki diğer gelişmeleri de göz ardı edemeyiz. Köroğlu’nun, “delikli demir icat oldu mertlik bozuldu” sözünün paralelinde Türklerin tarih sahnesindeki üstünlükleri durağanlaşacak, düşüşe geçecektir..
Dünyanın en eski maden işleticisi olan Türkler Altay dağlarında demir işlerken, Anadolu yarımadasında toprağı işleyerek köylülük yanında maden çıkaran, zanaatla uğraşan sanayici olarak da var olurlar. Kırsal kesimde toprak işlerken kentlerde işlikler etkinleşir.
Temel besin maddelerinden sütün işlenmesi sonucu elde edilen Yoğurt (Yoğur eylemi kalınlaştırmak, yoğunlaştırmak demektir.) Türklerin en ünlü buluşlarından biridir. Çiçek Aşısı XVII. yy’da ilk kez İstanbul’da bulunarak kullanılmış. Kahve, Türklerin Viyana kapılarına dayandığı günlerin sıkıntısında Avrupalılar tarafından bulunmuştur.
Güzel sanatlar açısından; Türk resim, heykel ve mimarisi olarak ölülerin mezarları üzerinde abide, kitabe, ve heykellerin yapıldığı ve bunun bir anane olduğu kazılar sonucu elde edilen buluntulardan anlaşılmaktadır. Orhun abide ve kitabeleri ile Bilge Kağan’ın heykeli Türk mimari ve heykel sanatının eskiliğini gösterir. Madeni eşya üzerinde yapılmış insan ve hayvan resimleri, mücadele sahneleri hayvan resim sanatı adını alarak Avrupa’da araştırmalara konu olmuştur. Türk mimarisinin kalıcı eserlerini Selçuklular başlatmış, Osmanlılar Anadolu’dan, Balkanlara taşımışlardır. Cami, medrese, türbe, hastahane, kervansaray, kale ve köprülerle Türk mimarisinin en güzel eserleri günümüze ulaşmıştır.
Selçuklular devrinde tasavvufun yayılması musikinin gelişmesine katkı sağlarken, ünlü düşünür İbn Haldun, “musiki medeni yükselişin son ve sükutunda ilk sanatıdır” der. Müziğin ruh üzerinde bu tesirini hesap eden Türkler Edirne Darüş-şifa’sında hastaları konser ile tedavi ediyorlarmış. Osmanlı müziğinin yükselmesinde tekkeler çok büyük rol oynar. Nitekim Avrupa’dada kiliseler de ayni rolü üstlenmişlerdi. Türk halk edebiyatı gibi zengin olan Türk halk müziğide Orta Avrupa’ya kadar yayılırken öte yandan da İslam dünyasına uzanır.
Antropolojik nitelemeler çok sağlam olmasa da Türklerin ilk dalının ırksal özellikleri zaman içersinde dışarıdan evlenmeler sonrası -elmacık kemikleri çıkık, sarışın, mavi gözlü, gözleri çekik yapan- o kandan çok yabancı, Moğol, Çinli, İranlı, Yunanlı, Kafkasyalı, Rus, Zenci kanı akmaktadır. Günümüzde yeryüzünde saf ırk olmasa da Türklerin karışık bir ırk olmadıkları betimlenmektedir.
Türkler tarihlerinin hiçbir zamanında tek bir yerde, belirli sınırlar içinde kalmamışlar, kurdukları büyük imparatorlukların sınırları içerisinde sayısal açıdan Türkler azınlık kalmışlardır. Son olarak Osmanlı İmparatorluğu saray çevresinde “Türk” sözcüğü küçümsenmiş, XIX. yy’da köylüyü kaba saba olan kişiyi anlatmak için kullanılmıştır.
Pantürkizim, panislamizme rakip olarak 1789 sonrası gelişir. Türk sözcüğü Fransız Devrimi sonrası yeniden canlanarak “Jön Türkler-Genç Türkler” önceliğinde ortaya çıkar. Şair M. Emin Yurdakul’un “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” dizeleri tepki toplasa da buna bir örnektir. Ziya Gökalp, “ Türkler, maddi silahların manevi değerleri hükümsüz bıraktığı son asra kadar, üç kıtada bütün milletleri yenerek, tabiyetleri altına almışlardır. Demekki Türk felsefesi , bu milletlere ait felsefelerin hepsinden daha yüksekti. Bugünde öyledir” diyerek Batı medeniyetlerini küçümsemektedir.
M.Kemal ATATÜRK;
“Benim yaradılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. Büyük adamlar yetiştiren bir ırk, her halde büyük bir ırktır. Bir kavmi anlamak için onun liderlerini tetkik etmekten daha iyi bir vasıta yoktur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” diyerek Türk adını ilelebet sonsuza dek yaşatacak olan Türkiye Cumhuriyetini, devletini kurmuş, 20. yüzyıla damgasını vurmuştur. (Sürecek…)
(http://www.remzikocoz.com)
Remzi KOÇÖZ
18 Kasım 2011 Cuma
Tarihten Günümüze; “TÜRKLER”
“Bu memleket dünyanın beklemediği asla ümit etmediği
bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine sahne oldu.
Bu sahne 7000 senelik en aşağı bir Türk beşiğidir.
Beşik, tabiatın rüzgarlarıyla sallandı.
Beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı.
O çocuk, tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından,
evvela korkar gibi oldu.
Sonra onlara alıştı.
Onları tabiatın babası sandı.
Onların oğlu oldu.
Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu, şimşek, yıldırım, güneş oldu;
Türk oldu, Türk budur.
Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
M. Kemal ATATÜRK
Türkler, “Dört nala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” 2000 yıllık bir serüven. Geçmişinde yer yer kan ve şiddete, yer yer barışa, hoşgörüye, inceliklere rastlanılmakta, insanlık serüveninde onlarda yer almaktadır. Bu serüven Fransız Türkolog Roux tarafından, “İnsanları olağanüstü bir serüvene çağırmak istiyorum. Bu serüven, sıradan olanın üstüne çıkan her şey gibi, karşıtlıklar, aykırılıklar ve aşırılıklardan oluşuyor. Ve işin ucunda, bu serüven, bu adı taşımaya layık, en iyiye de en kötüye de yetenekli insanın, içinde hala, bir zamanlar kaçınılmaz olarak olmuş olduğu barbarla bugün olmak durumuna eriştiği uygarın yaşadığı tüm insanın yapıtı” olarak anlatılır.
Türklerin egemen oldukları Doğu’dan Batı’ya, Mağrip’ten Ganj’a, Mançurya’dan Macaristan’a, Pekin’den Viyana’ya 2000 yıllık bir tarih geride kalır. Göçebe Türkler, tüm Avrasya bozkırlarını baştanbaşa aşmış, Avrupa ve Uzakdoğu’yu saldırıları ile bunaltmış, Ruslara boyun eğdirmiş, egemenliklerini Pekin, Delhi, Kabil, İsfahan, Bağdat, Kahire, Şam, Tunus, Cezayir kentlerinde pekiştirmiş, tarih yazmış, 150 civarında devlet kurmuşlardır.
Hakanlar ölüyor, devletler yıkılıyor, arkadan gelen başka Türk boyları görevi devralıyordu. Ülkeleri değil, kıtaları altüst etmişler ve bu korkunç devletler ve bu korkunç devletlerarasında sarsılması hiç de kolay olmayan egemenlikler yaratmışlardır.
Tarih boyunca, Hiung-Nular, Hunlar, Dokuz Oğuzlar, On Uygurlar, Kırkızlar, Selçuklular, Memluklar, Kıpçaklar, Altınordulular, Timuroğulları, Osmanlılar vb. adlarla tanınan Türklerin insanlığın serüvenindeki rolleri temel nitelikte olmuştur.
Türklerin Tarih Sahnesine Çıkışları
Türkler kesin olarak saptanamayan bir tarihte Asya’nın Kuzey Doğu bölgelerinde ortaya çıkmış, MÖ 7000 tarihlerinde Türkler tarafından kurulan Orta Asya’daki Anav medeniyeti, Türklerin varlığını MÖ 10000’lere, dahası Nuh tufanına kadar götürmektedir.
MÖ I. Bin yıl içersinde Sibirya ormanlarını terk ederek Yukarı Asya bozkırlarına doğru göç etmiş, Tanrı dağları ve Balkaş gölü bozkırını doldurmuşlardır.
Başlangıçta Altay dağlarında yaşayan Türkler demirci bir halk olarak bilinen dağınık boy, federasyon biçiminde bir araya gelerek başa geçen kişinin adını alır. Liderin ölümünde ani bir biçimde dağılarak boyların her biri yeniden bağımsız olurlar. Ardından bazı boylar bir başka birleşme ile bir araya gelerek sürekli yeni oluşan adlarla tarih sahnesinde varlığını sürdürürler. Bu gelişim Türklerin göçebe toplum yapısını ortaya koymakta ve Türkoloji ile uğraşan bilim adamlarının ortak paydaları olmaktadır.
Beyler bir araya gelerek “Bozkır Devletleri” adı altında federasyon şeklinde varlıklarını savaşarak sürdürürler; savaşlar sonucu öyle bir vurucu göçe ulaştılar ki yerleşik krallıkları yerle bir edip tarih sahnesinden silerler.
“Siz bizim için Altay’da silah yapan kölelerimiz değilmisiniz?” diyerek küçümsedikleri Türkler karşısında; Çinliler, MÖ IV. yy’da Hunların akınlarına karşı Büyük Çin Seddi’ni inşa etmişlerdir. Teoman’ın oğlu Mete Han Çinliler için bir kabus olmuş. Hun toplulukları 375’te Volga’nın batısına geçerek Vizigotları, Ostrogotları ve Alanları yerlerinden edip Avrupa’yı altüst eden Kavimler hareketine yol açmışlardır.
Attila’nın önderliğinde Hunlar Avrupa’yı titretmişler. Batıdaki iki seferi Avrupalılar tarafından ona “Tanrı’nın felaketi, geçtiği yerde ot bitmeyen adam” unvanını kazandırırken, Hunlar ve genelinde Türkler “Barbar” unvanı almışlardır. Yüzyıllar sonra -yeniden dirilerek- ardından onu izleyecek olan Cengiz Han ve Timurlenk kabus gibi çökerler. Moğol tarihçisi Cuvayni Tarih-i Cihan-guşa adlı eserinde; Moğol istilasının tahribatını Buhara’dan kaçan birisisinin şu sözleriyle özetler: “Geldiler, yıktılar, yaktılar, öldürdüler, götürdüler ve gittiler.”
(Rusya’nın 1223’te Moğollara yenilmesi, Cengiz Han’ın büyük bozkır imparatorluğuna ve onun ötesinde de göçebe ve yerleşik Türklere karşı XX. yy’a kadar sürecek olan bir savaş, Rus düşmanlığının ilanıydı. Bin yılı aşkın süredir Türkçe konuşulan tüm topraklar Slav olmuştu. Nasıl mı? Ülke dışına sürgünler, idamlar, asimilasyonlar sonucu soykırımın daniskası yapılmıştı! )
Tarihte belirli bir güce ulaşan Türk liderler öncelikle komşuları olan tüm Türkleri yok etmeyi hedef almışlar, Timurlenk örneği en acımasızıdır. Geçerli düşünce; “Gökyüzünde tek tanrı olduğu gibi yeryüzünde onun temsilcisi tek hükümdarlıktır.”
Timur, “iki efendi onu paylaştığı sürece, tüm dünyanın bir değeri yoktur” diyerek Osmanlılarla kozlarını paylaşır. Bugünkü Türkiye’nin başkenti Ankara’da Osmanlıları yenerek Attilla ve Cengiz Han’dan sonra adını tarihe kazıtır. Öyle bir kazıtır ki; o güne kadar oluşmuş uygarlıklar yeni uygarlıklar yaratılsın denilerek tarih dümdüz edilecektir. Bir deprem, bir kasırga gibi filleriyle ezip geçer, İnsanlığı ve yaratmış olduğu eserlerini.
Bozkırdaki uzun sessizlik sonrası birden ortaya çıkarak dalga dalga yayıldıkları üç kıtada Attila, Cengiz Han, Timurlenk korkunç anılar bırakmışlarsa da, kimi zaman egemen oldukları halklara parlak dönemler yaşatmışlardır.
Ardından Fatih, Yavuz, Kanuni üçlüsü Türklerin üç kıtada varlıklarını cihan imparatorluğu olarak yaşatırlar. Ardından dünyadaki daha doğrusu Avrupa’nın önünü çektiği gelişmeler öne çıkar. Keşifler, Buluşlar, Reform, Rönesans, Uluslaşma ve Aydınlanma sonrası haritalar değişerek imparatorluklar yıkılarak yerine ulus devletler kurulur. Osmanlı İmparatorluğu olarak Türklerde bu gelişmelerden nasibini alır, duraklama, gerileme sonrası çöküş yaşanır. Bu çöküş esnasında koca imparatorluk diğer milletlerin, azınlıkların ihanetlerini, umursamazlıklarını yaşarken imparatorluğu savunmak, savaşmak Türklere düşer.
İslamiyet ve Türkler
Türklerin dünya üzerinde yayılış ve egemenliklerini bazı tarihçiler 4 ana devir olarak ele alırlar. Hunlar, Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar... İlk iki devre İslam’dan önce kapalı alanda Orta Asya’da yaşanırken sonrasındaki iki devirde İslamiyetle iç içedirler. Selçuklular 4 asır, Osmanlılar ise 6 asır olmak üzere toplam 1000 yıllık bir süreçte üç kıtada, Türk ve İslam dünyası adına uygarlık yarışında önemli eserlere imza atmışlardır.
Uzun süre Asya bozkırlarında göçebe ve savaşçı topluluklar olarak yaşayan Türklerin eski tarihinin ayrıntılarını ortaya çıkarmak son derece güçtür. Asya ve Avrupa’da aralarında Hun ve Göktürk imparatorluklarının da bulunduğu birçok siyasi birlik kuran Türklerin, VIII. yy ortalarında İslamiyeti benimsemeleri tarihlerinin dönüm noktası olur. Arapların 751 yılında Taşkent Türkleri ve Karluklarla ittifak yaparak Talas Savaşında Çinlileri yenmesi, Orta Asya’nın Çin’in etkisine girmesini önleyip, gelecekteki İslamlaşma için uygun zemin hazırlar. Önce Selçuklular sonra Osmanlılar İslam dünyasının önderliğini ele geçirerek bu dini Hindistan’a, Anadolu ve Balkanlar’a taşır. Nüfusu 150 milyonu bulan ve büyük bir bölümü Müslüman olan Türkler, batıda Balkanlar’dan doğuda Sibirya’ya, kuzeyde Buz Denizinden güneyde Tibet’e kadar uzanan çok geniş bir alana yayılmışlardır. Türk adını taşıyan ilk devlet ise VI. yy ortalarında Orhun ve Selenga ırmakları arasında yaşayan Göktürklerdir.
İslamiyet öncesi Budacılık, Manicilik, Şamanizm yanı sıra Zerdüştçülük, Yahudilik ve Hristiyanlık Türkler üzerinde iz bırakır. Müslümanlık Türklere dinini, uygarlığını verirken; Türkler Müslümanlığa ordularını, canlarını vermişlerdir. Türkler Müslümanlığın resmi ideolojisi dışında inanç olarak, içten hizmet ederek uygarlığa güzel eserler bırakmışlardır.
Selçuklular-İran’da, Tabgaçlar-Çin’de, Memlükler-Mısır’da, Babur Şah-Hindistan’da, Osmanlılar-Üç kıtada, Türkler Müslümanlığın önce kılıcı sonra kalkanı olmuş hep savaşmışlardır.
Türkler yerleşik kültüre adım atarken kurmuş oldukları devletler içersinde hem azınlık, hem hoşgörü zincirini iyi koruyarak, kendilerinden olmayanları ne Müslümanlaştırmaya, ne Türkleştirmeye çalışmışlardı.
Müslüman mezhepleri Şiilik ve Sünnilik arasındaki kavga tarih boyu sürerken Türk dünyasına da sıçramış, Osmanlılar ve Safeviler arasında Müslüman “Ortodoks ve Protestanlığı” çatışmaları yaşanmıştır.
Zirveden, İnişe Gelişmeler
Bilim ve teknik alanında dünyanın önünde olan Türkler, Doğu ve Müslüman dünyası içinde katar rolü üslenmişlerdi. 1500 yılları tarih sahnesinde önemli bir dönüm noktasıdır. Üstünlük Asya’dan Avrupa’ya geçmiştir.
Göçebelerin üstünlüğü çağın tekniği ile son bulurken; ateşli silahların ortaya çıkması, ok-yay-kılıç-kalkanın, atın niceliksel ve niceliksel olarak tepetaklak olmasıydı. Tekerleğin geriye dönüşü olmadığı gibi tarihte geriye dönüş yoktu.
XV. yy başlarında top-tüfekle tanışan Türk dünyasının bir bölümü dünyanın gidişatına ayak uydurup egemenliğini sürdürürken, daha doğu da Asya’da kalanlar üstünlüklerini yitirerek tarih sahnesinden zamanla kendi kabuklarına çekilmiş, Müslüman dünyası da bu çöküşten nasibini almıştır.
Batı dünyası gelişmesine devam etmiş, ilk aşaması coğrafi keşifler; İkincisi XVI. yy sonlarında gelecek olan Aydınlanma çağı sonrası modern bilimsel düşünce olmuş. Ardından Sanayi Devrimi dünyayı kasıp kavururken -Doğu özelinde- Türkler onların ürettiklerine bakmakla yetinerek matbaayı da gecikmeli olarak almıştır.
(Bu bize şunu gösteriyor bozkır atlısı olarak kalan Türkler tarih sahnesinden çekilmiş, ateşli silah devrimine katılanlar yollarına devam etmişlerdir. )
O dönemde Müslüman dünyası içersinde bir tek Türk devleti Osmanlılar bu gelişmeleri yakalayabilecek güçtedir. Kanuni ile evrensel uygarlığın büyük doruklarına ulaşılır. Her çıkışın bir inişi olduğu gibi zirvede kalmak çok zordur. Hak yerine, adalet yerine, erdemlik yerine; müsriflik, miskinlik, kokuşmuşluk gibi olumsuzluklar ağır basmış. Yönetim bu değerlerden uzaklaşıp zevki sefaya dalınca, liyakat yerine lütuf ortaya çıkınca bu doruklardan inişe geçilmiş. Uzmanlar yerine, hatır sahibi insanlar göreve atanarak idareyi maslahat yoluyla çürümeye yol açmışlar.
Bu gelişmeler (reform, rönesanas, uluslaşma, aydınlanma ve sanayi devrimi sonrası) ışığında, Onlarda (Osmanlılar); -kademe kademe yolları ayrılan- diğer Türk devletleri gibi misyonunu tamamlayarak tarih sahnesinden çekilmişlerdir. (Sürecek…)
(http://www.remzikocoz.com)
Remzi KOÇÖZ
bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine sahne oldu.
Bu sahne 7000 senelik en aşağı bir Türk beşiğidir.
Beşik, tabiatın rüzgarlarıyla sallandı.
Beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı.
O çocuk, tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından,
evvela korkar gibi oldu.
Sonra onlara alıştı.
Onları tabiatın babası sandı.
Onların oğlu oldu.
Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu, şimşek, yıldırım, güneş oldu;
Türk oldu, Türk budur.
Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
M. Kemal ATATÜRK
Türkler, “Dört nala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” 2000 yıllık bir serüven. Geçmişinde yer yer kan ve şiddete, yer yer barışa, hoşgörüye, inceliklere rastlanılmakta, insanlık serüveninde onlarda yer almaktadır. Bu serüven Fransız Türkolog Roux tarafından, “İnsanları olağanüstü bir serüvene çağırmak istiyorum. Bu serüven, sıradan olanın üstüne çıkan her şey gibi, karşıtlıklar, aykırılıklar ve aşırılıklardan oluşuyor. Ve işin ucunda, bu serüven, bu adı taşımaya layık, en iyiye de en kötüye de yetenekli insanın, içinde hala, bir zamanlar kaçınılmaz olarak olmuş olduğu barbarla bugün olmak durumuna eriştiği uygarın yaşadığı tüm insanın yapıtı” olarak anlatılır.
Türklerin egemen oldukları Doğu’dan Batı’ya, Mağrip’ten Ganj’a, Mançurya’dan Macaristan’a, Pekin’den Viyana’ya 2000 yıllık bir tarih geride kalır. Göçebe Türkler, tüm Avrasya bozkırlarını baştanbaşa aşmış, Avrupa ve Uzakdoğu’yu saldırıları ile bunaltmış, Ruslara boyun eğdirmiş, egemenliklerini Pekin, Delhi, Kabil, İsfahan, Bağdat, Kahire, Şam, Tunus, Cezayir kentlerinde pekiştirmiş, tarih yazmış, 150 civarında devlet kurmuşlardır.
Hakanlar ölüyor, devletler yıkılıyor, arkadan gelen başka Türk boyları görevi devralıyordu. Ülkeleri değil, kıtaları altüst etmişler ve bu korkunç devletler ve bu korkunç devletlerarasında sarsılması hiç de kolay olmayan egemenlikler yaratmışlardır.
Tarih boyunca, Hiung-Nular, Hunlar, Dokuz Oğuzlar, On Uygurlar, Kırkızlar, Selçuklular, Memluklar, Kıpçaklar, Altınordulular, Timuroğulları, Osmanlılar vb. adlarla tanınan Türklerin insanlığın serüvenindeki rolleri temel nitelikte olmuştur.
Türklerin Tarih Sahnesine Çıkışları
Türkler kesin olarak saptanamayan bir tarihte Asya’nın Kuzey Doğu bölgelerinde ortaya çıkmış, MÖ 7000 tarihlerinde Türkler tarafından kurulan Orta Asya’daki Anav medeniyeti, Türklerin varlığını MÖ 10000’lere, dahası Nuh tufanına kadar götürmektedir.
MÖ I. Bin yıl içersinde Sibirya ormanlarını terk ederek Yukarı Asya bozkırlarına doğru göç etmiş, Tanrı dağları ve Balkaş gölü bozkırını doldurmuşlardır.
Başlangıçta Altay dağlarında yaşayan Türkler demirci bir halk olarak bilinen dağınık boy, federasyon biçiminde bir araya gelerek başa geçen kişinin adını alır. Liderin ölümünde ani bir biçimde dağılarak boyların her biri yeniden bağımsız olurlar. Ardından bazı boylar bir başka birleşme ile bir araya gelerek sürekli yeni oluşan adlarla tarih sahnesinde varlığını sürdürürler. Bu gelişim Türklerin göçebe toplum yapısını ortaya koymakta ve Türkoloji ile uğraşan bilim adamlarının ortak paydaları olmaktadır.
Beyler bir araya gelerek “Bozkır Devletleri” adı altında federasyon şeklinde varlıklarını savaşarak sürdürürler; savaşlar sonucu öyle bir vurucu göçe ulaştılar ki yerleşik krallıkları yerle bir edip tarih sahnesinden silerler.
“Siz bizim için Altay’da silah yapan kölelerimiz değilmisiniz?” diyerek küçümsedikleri Türkler karşısında; Çinliler, MÖ IV. yy’da Hunların akınlarına karşı Büyük Çin Seddi’ni inşa etmişlerdir. Teoman’ın oğlu Mete Han Çinliler için bir kabus olmuş. Hun toplulukları 375’te Volga’nın batısına geçerek Vizigotları, Ostrogotları ve Alanları yerlerinden edip Avrupa’yı altüst eden Kavimler hareketine yol açmışlardır.
Attila’nın önderliğinde Hunlar Avrupa’yı titretmişler. Batıdaki iki seferi Avrupalılar tarafından ona “Tanrı’nın felaketi, geçtiği yerde ot bitmeyen adam” unvanını kazandırırken, Hunlar ve genelinde Türkler “Barbar” unvanı almışlardır. Yüzyıllar sonra -yeniden dirilerek- ardından onu izleyecek olan Cengiz Han ve Timurlenk kabus gibi çökerler. Moğol tarihçisi Cuvayni Tarih-i Cihan-guşa adlı eserinde; Moğol istilasının tahribatını Buhara’dan kaçan birisisinin şu sözleriyle özetler: “Geldiler, yıktılar, yaktılar, öldürdüler, götürdüler ve gittiler.”
(Rusya’nın 1223’te Moğollara yenilmesi, Cengiz Han’ın büyük bozkır imparatorluğuna ve onun ötesinde de göçebe ve yerleşik Türklere karşı XX. yy’a kadar sürecek olan bir savaş, Rus düşmanlığının ilanıydı. Bin yılı aşkın süredir Türkçe konuşulan tüm topraklar Slav olmuştu. Nasıl mı? Ülke dışına sürgünler, idamlar, asimilasyonlar sonucu soykırımın daniskası yapılmıştı! )
Tarihte belirli bir güce ulaşan Türk liderler öncelikle komşuları olan tüm Türkleri yok etmeyi hedef almışlar, Timurlenk örneği en acımasızıdır. Geçerli düşünce; “Gökyüzünde tek tanrı olduğu gibi yeryüzünde onun temsilcisi tek hükümdarlıktır.”
Timur, “iki efendi onu paylaştığı sürece, tüm dünyanın bir değeri yoktur” diyerek Osmanlılarla kozlarını paylaşır. Bugünkü Türkiye’nin başkenti Ankara’da Osmanlıları yenerek Attilla ve Cengiz Han’dan sonra adını tarihe kazıtır. Öyle bir kazıtır ki; o güne kadar oluşmuş uygarlıklar yeni uygarlıklar yaratılsın denilerek tarih dümdüz edilecektir. Bir deprem, bir kasırga gibi filleriyle ezip geçer, İnsanlığı ve yaratmış olduğu eserlerini.
Bozkırdaki uzun sessizlik sonrası birden ortaya çıkarak dalga dalga yayıldıkları üç kıtada Attila, Cengiz Han, Timurlenk korkunç anılar bırakmışlarsa da, kimi zaman egemen oldukları halklara parlak dönemler yaşatmışlardır.
Ardından Fatih, Yavuz, Kanuni üçlüsü Türklerin üç kıtada varlıklarını cihan imparatorluğu olarak yaşatırlar. Ardından dünyadaki daha doğrusu Avrupa’nın önünü çektiği gelişmeler öne çıkar. Keşifler, Buluşlar, Reform, Rönesans, Uluslaşma ve Aydınlanma sonrası haritalar değişerek imparatorluklar yıkılarak yerine ulus devletler kurulur. Osmanlı İmparatorluğu olarak Türklerde bu gelişmelerden nasibini alır, duraklama, gerileme sonrası çöküş yaşanır. Bu çöküş esnasında koca imparatorluk diğer milletlerin, azınlıkların ihanetlerini, umursamazlıklarını yaşarken imparatorluğu savunmak, savaşmak Türklere düşer.
İslamiyet ve Türkler
Türklerin dünya üzerinde yayılış ve egemenliklerini bazı tarihçiler 4 ana devir olarak ele alırlar. Hunlar, Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar... İlk iki devre İslam’dan önce kapalı alanda Orta Asya’da yaşanırken sonrasındaki iki devirde İslamiyetle iç içedirler. Selçuklular 4 asır, Osmanlılar ise 6 asır olmak üzere toplam 1000 yıllık bir süreçte üç kıtada, Türk ve İslam dünyası adına uygarlık yarışında önemli eserlere imza atmışlardır.
Uzun süre Asya bozkırlarında göçebe ve savaşçı topluluklar olarak yaşayan Türklerin eski tarihinin ayrıntılarını ortaya çıkarmak son derece güçtür. Asya ve Avrupa’da aralarında Hun ve Göktürk imparatorluklarının da bulunduğu birçok siyasi birlik kuran Türklerin, VIII. yy ortalarında İslamiyeti benimsemeleri tarihlerinin dönüm noktası olur. Arapların 751 yılında Taşkent Türkleri ve Karluklarla ittifak yaparak Talas Savaşında Çinlileri yenmesi, Orta Asya’nın Çin’in etkisine girmesini önleyip, gelecekteki İslamlaşma için uygun zemin hazırlar. Önce Selçuklular sonra Osmanlılar İslam dünyasının önderliğini ele geçirerek bu dini Hindistan’a, Anadolu ve Balkanlar’a taşır. Nüfusu 150 milyonu bulan ve büyük bir bölümü Müslüman olan Türkler, batıda Balkanlar’dan doğuda Sibirya’ya, kuzeyde Buz Denizinden güneyde Tibet’e kadar uzanan çok geniş bir alana yayılmışlardır. Türk adını taşıyan ilk devlet ise VI. yy ortalarında Orhun ve Selenga ırmakları arasında yaşayan Göktürklerdir.
İslamiyet öncesi Budacılık, Manicilik, Şamanizm yanı sıra Zerdüştçülük, Yahudilik ve Hristiyanlık Türkler üzerinde iz bırakır. Müslümanlık Türklere dinini, uygarlığını verirken; Türkler Müslümanlığa ordularını, canlarını vermişlerdir. Türkler Müslümanlığın resmi ideolojisi dışında inanç olarak, içten hizmet ederek uygarlığa güzel eserler bırakmışlardır.
Selçuklular-İran’da, Tabgaçlar-Çin’de, Memlükler-Mısır’da, Babur Şah-Hindistan’da, Osmanlılar-Üç kıtada, Türkler Müslümanlığın önce kılıcı sonra kalkanı olmuş hep savaşmışlardır.
Türkler yerleşik kültüre adım atarken kurmuş oldukları devletler içersinde hem azınlık, hem hoşgörü zincirini iyi koruyarak, kendilerinden olmayanları ne Müslümanlaştırmaya, ne Türkleştirmeye çalışmışlardı.
Müslüman mezhepleri Şiilik ve Sünnilik arasındaki kavga tarih boyu sürerken Türk dünyasına da sıçramış, Osmanlılar ve Safeviler arasında Müslüman “Ortodoks ve Protestanlığı” çatışmaları yaşanmıştır.
Zirveden, İnişe Gelişmeler
Bilim ve teknik alanında dünyanın önünde olan Türkler, Doğu ve Müslüman dünyası içinde katar rolü üslenmişlerdi. 1500 yılları tarih sahnesinde önemli bir dönüm noktasıdır. Üstünlük Asya’dan Avrupa’ya geçmiştir.
Göçebelerin üstünlüğü çağın tekniği ile son bulurken; ateşli silahların ortaya çıkması, ok-yay-kılıç-kalkanın, atın niceliksel ve niceliksel olarak tepetaklak olmasıydı. Tekerleğin geriye dönüşü olmadığı gibi tarihte geriye dönüş yoktu.
XV. yy başlarında top-tüfekle tanışan Türk dünyasının bir bölümü dünyanın gidişatına ayak uydurup egemenliğini sürdürürken, daha doğu da Asya’da kalanlar üstünlüklerini yitirerek tarih sahnesinden zamanla kendi kabuklarına çekilmiş, Müslüman dünyası da bu çöküşten nasibini almıştır.
Batı dünyası gelişmesine devam etmiş, ilk aşaması coğrafi keşifler; İkincisi XVI. yy sonlarında gelecek olan Aydınlanma çağı sonrası modern bilimsel düşünce olmuş. Ardından Sanayi Devrimi dünyayı kasıp kavururken -Doğu özelinde- Türkler onların ürettiklerine bakmakla yetinerek matbaayı da gecikmeli olarak almıştır.
(Bu bize şunu gösteriyor bozkır atlısı olarak kalan Türkler tarih sahnesinden çekilmiş, ateşli silah devrimine katılanlar yollarına devam etmişlerdir. )
O dönemde Müslüman dünyası içersinde bir tek Türk devleti Osmanlılar bu gelişmeleri yakalayabilecek güçtedir. Kanuni ile evrensel uygarlığın büyük doruklarına ulaşılır. Her çıkışın bir inişi olduğu gibi zirvede kalmak çok zordur. Hak yerine, adalet yerine, erdemlik yerine; müsriflik, miskinlik, kokuşmuşluk gibi olumsuzluklar ağır basmış. Yönetim bu değerlerden uzaklaşıp zevki sefaya dalınca, liyakat yerine lütuf ortaya çıkınca bu doruklardan inişe geçilmiş. Uzmanlar yerine, hatır sahibi insanlar göreve atanarak idareyi maslahat yoluyla çürümeye yol açmışlar.
Bu gelişmeler (reform, rönesanas, uluslaşma, aydınlanma ve sanayi devrimi sonrası) ışığında, Onlarda (Osmanlılar); -kademe kademe yolları ayrılan- diğer Türk devletleri gibi misyonunu tamamlayarak tarih sahnesinden çekilmişlerdir. (Sürecek…)
(http://www.remzikocoz.com)
Remzi KOÇÖZ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)