KÜRESELLEŞEN
DÜNYADA, TÜRKİYE’NİN ULUS DEVLET KALMA MÜCADELESİ VE
2023 STRATEJİSİ
(Turkey's
Struggle To Remain As a Sovereign country in a Globalizing World and her
Strategy of 2023)
ÖZET
Küreselleşme; Coğrafi keşiflerle başlayan
süreç sanayi devrimi ile aşama kaydetmiş, teknolojik alandaki gelişmeler sonucu
hız kazanarak bilişim devrimi ile zirveye çıkarak, soğuk savaş sonucu oluşan
tek kutuplu yenidünya düzeni ile gücünü pekiştirmiştir. Küreselleşme rüzgarı
dünyayı kasıp kavurmuş, sınırları aşmış
ulus devletlerin korkulu rüyası olmuştur.
Türkiye’nin geçmişte
olduğu gibi günümüzde de üzerinde ve yakın çevresinde dünya güç dengesini
etkileyecek tarzda, sürekli ve çok yönlü çıkar ve güç çatışmalarına sahne olan
hassas bir coğrafi konuma sahip bulunmaktadır. Dünyada petrol ve doğalgaz
rezervlerinin yüzde 70’inden fazlasını içeren Ortadoğu ile uzantısı olan
Kafkaslar ve Orta Asya-Hazar havzası olağanüstü stratejik bir öneme sahiptir.
Bu konumu ile Türkiye, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının bağlantı noktası
olarak nitelendirilen Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu’nun Doğu-Batı ve
Kuzey-Güney istikametlerinde bir enerji koridoru, bir iletişim ağı, bir geçiş
alanıdır.
21. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye 100. kuruluş
yıldönümünü kutlamaya hazırlanırken bir yandan da dünyanın gelişmiş 10
ülkesinin içerisine girme çabasındadır. Türkiye gibi üst sıralara tırmanma
hedefi olan ülkelerin arasındaki bu yarışın yoğun ve çekişmeli geçeceği
aşikardır. Bilgi toplumuna giden süreçte ekonominin güçlendirilmesi için, kalkınma
planlarında belirlenen hedeflere ulaşılması için karar mekanizmaları yanında
uygulayıcıların önemi öne çıkmaktadır. Bunun yanında teknolojiyi üretmeden daha
çok tüketerek bilgi toplumuna ulaşmanın zor olacağı, vatandaşın ulaşacağı
bilinç düzeyi ile daha çok çalışarak, üreterek, markalar yaratarak bunların
aşılabileceği, sonuç olarak; geleceği belirleyen gerçeklik teoriden daha çok
pratik olacaktır.
Anahtar Sözcükler: Ufuk,
gelecek, bilinç, derinlik, enerji, marka.
Globalization; the
process started with geographic discovery progressed with industrial
revolution, it speeded up as a result of the development on technologic area,
reached to the peak with data process revaluation and consolidated its power
with single poled world order existed in
the result of cold war. The wind of globalization tyrannized the world, went
beyond the borders and become a nightmare for sovereign countries.
Turkey currently has a
very sensitive geographic position as before which is on the stage continual
and bilateral benefit and power conflicts that can affect the earth’s power
balance on its surrounding as before. Middle East and its extension Caucasia
& Middle Asia-Hazar basin have very strategic importance with its 70%
petroleum and natural gas reserve of the earth. With this position Turkey is an
energy corridor, a network and a crossing area for Balkans, the Caucasus and
Middle East trough East-west and North-South which is described as a connection
point of Europe, Asia and Africa.
While Turkey is making preparations
to celebrate her 100th foundation anniversary, she is trying to find
a place for herself among 10 developed countries f the world. It is obvious
that this race among the countries with the goal to climb to the upper as
Turkey, is going to be hard. To strengthen the economy in the process of an
information society, performers are as of vital importance as decision
mechanism in order to reach the targets designated with development plans.
Meanwhile, it will be difficult to reach the target to be an information
society by spending the technology instead of producing it. This problem could
be over come by increasing the public’s consciousness. By working harder, by
producing, and by creating trade marks. As a result, the reality to determine
the future will be the practice than theory.
Key Words: Horizon, future, conscious, depth, energy, mark.
Giriş
500
yıl öncesine gidelim. Feodalitenin hakim olduğu Tarıma dayalı üretimin geçerli
olduğu bir dünyaydı. Coğrafi Keşifler adı altında Batılılar Doğu’ya doğru yani
yenidünyalar keşfettiler. Asıl olan doğuda ve güneydeki doğal kaynakların
zenginliklerin keşfiydi. Ellerinde pusula barut ve top vardı. Taş ve oklara
karşı silah ve top galip geldi. Yüzyılı aşan sömürge düzeni, koloniler kuruldu.
Batı bu kaynakları kendi ülkelerine aktararak zenginleşti. Sanayi Devrimini
gerçekleştirdi.
15’inci Yüzyılın kapanışında modern politik devlet sisteminin
başlaması ile ulus devletin ortaya çıkmış olduğu 1645 Westfalia anlaşması, 1789
Fransız ihtilali milliyetçilik akımının yükselişi olarak karşımıza çıkarken
insanlığa çığır açan devrimler ardı ardına yaşanmıştır.
1815 Napolyon Savaşlarının bitimine kadar dünya çapında Avrupa
devletleri güç dengesinin aktif üyeleri olmuştu. Denge tesis veya dengenin
tekrar kurulması için Avrupa devletleri arasında da bu dönemde pek çok
ittifaklar ve karşı ittifaklar yapılmıştı. Avrupa'nın en güçlü devleti İspanya
idi. 16'ncı Yüzyılda süper güç olan Osmanlı İmparatorluğu "Denge
Kuran" rolü oynamıştır. 16'ncı ve 17'nci Yüzyıllarda bu "Denge
Kuran" Osmanlı İmparatorluğu iken, daha sonraları modern zamanların en
başarılı dengeleyicisi İngiltere olmuştur. İngiltere bu görevini II. Dünya
Savaşı sonunda 1947'de ABD ve Rusya'nın güçlerini arttırmasına kadar sürdürdü. Daha sonra 1990'da SSCB'nin çökmesi ile de,
iki Kutuplu Dünya Tek Kutuplu Dünyaya dönüşmüş ve ABD tek süper güç olarak
kalmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine rağmen, günümüzün "Denge
Kuran" gücü ABD'dir. [1]
Tarihsel Yaklaşım
Türkler, Asya’dan Avrupa’ya uzanan yolculuğuna Anadolu’yu
fethederek başlamış, Rumeli'ye geçmiş, Balkanları zapt etmiş ve Viyana
kapılarına kadar ilerlemiştir. Doğuda Kafkasları, İran’ı ve Hazar’ı kapsayan
Hint denizine kadar, güneyde kutsal topraklardan Körfez’e, Mısır’dan Libya’ya
uzanan K.Afrika’ya kadar bir yay çizmiştir. 1071 Malazgirt zaferinden 1683
Viyana bozgununa (kimi tarihçilere göre 1571 İnebahtı baskınına) kadar devam
eden ilerleme duraklamış, 1699 Karlofça anlaşmasında yaşanan toprak kaybı ile
gerileme başlamıştır. Avrupa içlerinden, Balkanlardan, Kafkaslardan,
Afrika’dan, Arabistan yarımadasından çekile çekile Anadolu’ya dönülmüştür. 1915
tarihinde Çanakkale’de İngiliz, Fransız ve Anzaklardan oluşan emperyalist
saldırıya dur denilerek -Viyana bozgunundan bu yana Taarruz savunmaya
dönüşerek- yaşanan kayıpların acısı dindirilerek nefes alınsa da Dünya savaşı
bitiminde Anadolu’nun işgali durdurulamamıştır.
Aslında
Şark Meselesi (Doğu Sorunu) olarak da isimlendirilen, Türklerin Anadolu'dan
geldikleri Orta Asya'ya gönderilmesi meselesi, sadece I. Dünya Savaşında ortaya
atılmadı. Avrupa haritasını düzene koymak ve Osmanlı Devleti topraklarının paylaşılmasını
esasa bağlama amacını güden bu politik terim, kökleri çok daha eski dönemlere
gitmekle birlikte, 100 yıl öncesinde 1815'de toplanan Viyana Kongresinde
İngiliz, Fransız, Alman ve Ruslar tarafından gündeme getirilmiş ve resmiyet
kazanmıştır.[2] 100 yıl
sonra 20. yüzyılın başlarında “Hasta Adam” teşhisi ile Balkanlar, Orta Doğu ve
Anadolu coğrafyasındaki sorunların ortaya çıkışı; Şark Meselesinin uygulanmaya
konulmasından başka bir şey değildir.
Batılıların, Türkleri Anadolu’dan Asya steplerine geri
gönderme ve yok etme girişimleri Büyük Atatürk’ün önderliğinde kazanılan ulusal
kurtuluş savaşı sonunda iflas etmiştir. 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış
Antlaşması, Anadolu’nun paylaşılmasını ve Türklüğün ortadan kaldırılışını
öngören Sevr Antlaşmasının yürürlükten kaldırılmasını sağlamıştır.
Türklere
göre Lozan’da hesap görülmüş, defter kapanmıştır. Ancak Batılı güçler
adına İngiltere Dışişleri Bakanı Lord CURZON Lozan Barış Antlaşmasını
imza sonrası İsmet Paşa’ya şu ilginç söylemde bulunmuştur: “Sevr’i çöpe
attığımızı zannetmeyiniz, hepsi cebimizde, zamanı gelince hepsini önünüze teker
teker çıkaracağız."
Evet,
şark meselesini ortaya atanlar bu kez yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin
hastalanmasını ve tedavi için kendilerine başvurmasını beklerken, bir yandan da
100 yıl geçmeden küreselleşme adı altında 1923 tarihinde kurulan ulus-devleti
zayıf düşürerek dinsel
ve etnik ayrıma olanak tanıyan, Yugoslavya örneğindeki gibi yeni bir dönüşüm
beklemektedirler. 1920 yılında ortaya konan Sevr
haritası soğuk savaş sonrası yeniden ısıtılarak günümüzde de iç tehdit olarak
algılanan irtica ve bölücülük sorunu yanında Kıbrıs, Ege, Kürt, Ermeni,
Ekümenik gibi sorunları da içeren Şark Meselesi, jeostratejik ve ideolojik
görünümüyle varlığını sürdürmektedir.
Türkiye’nin Konumu
Türkiye jeopolitik
açıdan üç kıta arasında, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu geçişlerinde köprü ve
kilit konumda nadir ülkelerden birisidir. Dünyayı etkileyen, yön veren
uygarlıklar bu çevrede (Mezopotamya, Mısır, Anadolu ve Yunan) yeşermişlerdir.
Doğu-batı kültürleri ve Müslüman-Hıristiyan dünyası arasındaki sınırdadır.
Jeopolitik teoriler çerçevesinde baktığımızda Kara hakimiyet teorisi (kara
sınırlarının çokluğu ve kıta içi devlet görüntüsü) ile Kenar kuşak teorisinin
(üç tarafı denizlerle çevrili olması) geçiş noktasında zor bir coğrafyadır.
Avantajlarla birlikte dezavantajları ve riskleri çok olan duyarlı bir
konumdadır. Enerji kaynaklarının çevresinde yoğunlaşmasına rağmen kendisi
enerji fakiri ve bu açıdan dışa bağımlı bir ülkedir. Geleceğin jeopolitiğine
damgasını vuracak su kaynaklarının giderek önem kazanması Türkiye’nin
zenginliği olarak enerji zafiyetini karşılamasa da aza indirecektir.
Türkiye jeopolitik ve
jeostratejik konumu nedeniyle çok yönlü bir tehdit / çevreleme altındadır. Mihverindeki
bölgeleri kontrol altında tutmaya çalışan ya da buralarda söz sahibi olmak
isteyen küresel ve bölgesel aktörlerin önemsediği, rakip gördüğü bir ülkedir.
Bundan dolayı; bu coğrafya ya sahip olan ülkemizin tamamına veya bir kısmına ve
de onun üzerinde yaşayanları bu topraklara sahip olamayacak güçsüzlüğe düşürmek
için çalışmalar sürekli yapılmaktadır.
O'nun "Güvenlik Kuşağı" stratejisi bağlamında
gerçekleştirdiği "Balkan Antantı", "Sadabad Paktı" gibi
uluslararası yapılanmaların ve de ikili antlaşmaların özünde, sadece bölgesel
güvenlik değil, mütekabiliyet ilkesi ile birlikte, aynı zamanda taraf ülkelerde
yaşayan Türk azınlıkların durumları da yer almıştır. Bir başka ifadeyle,
Türkiye ile dost olmanın olmazsa olmaz türünden en önemli koşulunun, bünyelerindeki
Türk azınlığa iyi davranmak ve gereken önemi vermek olduğunu dost-düşman bütün
bölgesel ülkeler kavramışlardır.[3]
Türkiye dış
politikasını belirlerken yakın kara ve kıta ve deniz havzalarını gözetmek
durumundadır. Jeopolitik, jeokültürel, jeoekonomik, jeostratejik açılardan
durumu ele almalı, Cumhuriyetin ilk yıllarında büyük Atatürk’ün yakalamış
olduğu vizyon ile hareket etmelidir. Türkiye’nin son
yıllarda dış politikasında söz sahibi olan stratejisyenlerden A. Davutoğlu, bir
konuşmasında ritmik diplomasi olarak nitelediği, dış politikadaki yeni
stratejiyi iki ana başlıkta toplar: Türkiye bugün artık bir çevre ülke
konumunda, "bölgesel güç" sıfatıyla tanımlanamaz. Bir merkez ülkedir
ve küresel güç olma yolunda ilerlemektedir.
Türkiye’de soğuk savaş
sonrası siyasi istikrarsızlıklar dış politikaya yansımış, iniş-çıkışlar
yaşanmıştır. Kıbrıs ve Ege sorunu çözümlenemeyerek AB
sürecinde AB tarafından baskı aracı olarak kullanılmaktadır. 2003 yılında
Irak’ın işgalinde 1 Mart tezkeresine geçit vermeyerek Türkiye’yi yeni bir
bölgesel istikrarsızlığın içine girmekten kurtarmış. Bu kararla Türkiye kuruluş
döneminin dış politikasına doğru bir dönüş yaparken, ABD ve NATO ile mevcut
olan özel stratejik ortaklığını devam ettirerek Orta Doğu’da dengeli bir politika
izlemeye özen göstermiştir. Türkiye denge politikası izlerken PKK tarafından
yürütülen terörün azdırılması ve Bağımsız bir Kürt devletinin kurulması durumu
ile karşı karşıya kalmıştır. Afganistan ve Irak henüz şekillenememişken
nükleer çalışmalarının yol açtığı gerilim sonucu İran’ın bu çembere dahili
ateşten top olan bölgeyi barut fıçısına çevirecektir.
Bugün Türkiye siyasi
ve stratejik açıdan bir yol ayrımındadır. Bir yandan ABD ile müttefik olmak,
onun bölge ile ilgili planlarında anahtar ülke olarak yer almak; bir yandan
AB’ye dahil olarak bölgedeki gücüne güç katmak, diğer taraftan da çevre
ülkelerle ilişkilerini geliştirerek bölgesel güç haline gelmek ve bütün
bunları kullanarak Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’yı da kapsayan yeni bir
güç merkezi oluşturmak, dünya barışı
adına NATO’nun en etkin gücü olmak gibi zor ve önemli projelerle karşı
karşıyadır.
Türkiye’nin
Kaygıları / Açmazları
Küreselleşme
yaygınlaştıkça uluslararası terörizmde yaygınlaştı. Küreselleşme arttıkça
terörizmde artış göstererek daha etkin hale geldi. 11 Eylül Newyork-ikiz
kuleler saldırısı ardından terörü önlemek adı altında Afganistan ve Irak’ın
işgali bölgeyi ateş çemberine dönüştürdü.
GOP
kapsamında ılımlı İslam tanımlaması Türkiye açısından olumsuz imajdır. Aksine
85 yıllık kazanım olan laik ve demokratik yapının güçlendirilmesini sağlamak
Türkiye’nin ve bölgenin çıkarınadır. Bu konuda, Türkiye’nin gelmiş olduğu
süreci E. Kongar şöyle vurgulamaktadır:
“Türkiye,
"İslam modeli"nin, evrensel değişme ve gelişme çizgisinden farklı bir
yol izlemediğinin en güzel örneğidir. Müslüman bir toplumda, hem laikliğin, hem
de demokrasinin varolabileceğini ve değişme ve gelişmenin bu çizgiler yönünde
olabileceğini, varlığı ile kanıtlamaktadır.”[4]
20. Yüzyılın son
çeyreğinde de Türkiye bu terörün acımasızlığını dinsel, mezhepsel, ideolojik
etnik vb. adlarla yaşadı. Binlerce, on binlerce evladını kaybetti. Ekonomik
kalkınmasını sekteye uğrattı. Batı dünyası bu kan gölüne çanak tutup kendi
güçlerini pekiştirdiler. Bizim dışımızda ki bizim gibi ülkeleri de içsel
sorunları ile Terör olgusuyla tanıştırıp seyretme ötesi vahşeti, katliamları
dışarıdan desteklediler, tetiklediler. Ondan sonra da karşımızda durup
çağdaşlıktan, uygarlıktan bizlere nasihat edip ders vermeye, akıl satmaya
kalktılar. Onlar maskelerini çıkarıp barbarlıklarını gizleseler de, gerçek
yüzlerini tarih hiç ama hiç unutmayacaktır.[5]
Türkiye’nin soğuk savaş dönemi ve
sonrası yaşamış olduğu -iç savaşa ramak kalan-
travma hala hafızalardadır. Bu durum, Türkiye
açısından iç dinamiklerini geliştiremeyerek, kısır döngü içersinde enerjisini
boşa harcaması ulusal çıkarlarda zafiyet ya da İçyapıdaki dengesizlikler olarak
nitelenebilir.
İçeride sürekli kutuplaşmalar
üzerine kurulu “dengesizlikler dengesi”; Hükümetten, üniversitelere, meslek
kuruluşlarından medyaya kadar bu çatışmalar ve kutuplaşmaların yaşanmasının
sebeplerini E. Manisalı[6]
şöyle sıralamış:
-Atatürk sonrası, Ulusal bir
konsensüs etrafında bütünleşememe.
-Ağalık düzeni, tarikatlar, büyük
sermaye ve bürokrasinin “oligarşik” bir yönetim yapısı oluşturması.
-Bu yapının zincirleme olarak dışa
tek yanlı bağımlılık çizgisi.
-Türk elitinin, iç ve dış
koşullardaki dengesizlikler sonucu halkından koparak, yabancılaşması...
200
yıldır Tanzimat dahil Türk aydını evrensel değerlere ulaşma uğruna kendi
değerleriyle yabancılaşmış, olaylara ve gelişmelere hep dışarıdan batı gözlüğü
ile bakmaya çalışmış, kendi toplumunu aydınlatma yerine kendi kendini
aydınlatma yolunu seçmiştir.
Davutoğlu
bu konuda Huntington’un tespitlerini
içine alan aydın karasızlığını şu şekilde ele almıştır: “Bu parçalanmış ve belirsiz toplum idealinin
en önemli sebebi güçlü bir medeniyet birikimine sahip bir toplumu başka bir
medeniyete kuyruk yapmak isteyen elitin yaşadığı psikolojik dengesizlik
halidir. Bu dengesizlik eğitim ve medya kanalları yoluyla toplumun geneline
yansıtılmış ve bugün kendini herhangi bir düzeyde tutarlı bir şekilde
tanımaktan aciz bir bunalım toplumu ortaya çıkmıştır. Türkiye kapsamlı bir
kimlik yenilenmesi ve medeniyet ihyası sürecine girme cesaret ve becerisini
gösteremezse gelecekteki teorisyenler bu toplumu ya tarihin sonunun kurbanları
ya da medeniyetler çatışmasının suçluları arasında zikredecektir.”[7]
Bir
başka değerlendirme sorunun aidiyet/kimlik sorunu olmayıp vatandaş olarak
bölgesel kalkınma farklılıklarından doğan eşit şartlardan yararlanamama
sorunudur. T. Ateş’e göre; “Cumhuriyet ‘kul'dan vatandaşlığa geçişi başarmış fakat
tüm vatandaşlar arasında eşitliği sağlamayı başaramamıştır. Asla etnik
olmamakla birlikte ülkenin orta bölgeleri ve doğusuyla batısı arasında bir
gelir farklılığı sürmüş dengesizlikler giderek artmıştır. Ülkenin temel sorunu;
bazı etnik grupların ‘kimlik’ sorunu değil bazı bölgelerde yaşayanların
vatandaşlık sorunu, eşitlik sorunu, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olmanın
nimetlerinden yeterince yararlanabilme sorunudur.” [8]
Ekonomik açıdan, 1950’den itibaren her zaman Türkiye’ye ağır
sanayi sevdasından vazgeçmesini öneren batılı
müttefiklerimizin -bedeli mukabili de olsa sanayi tesisi kurmada- isteksiz
davranmaları üzerine, SSCB karşıt blokta olmasına rağmen, 1960’lı yıllarda,
ağır sanayi tesislerimizi (Aliağa rafinerisi, İskenderun demir-çelik,
Seydişehir alüminyum tesisleri, bor teknolojisi gibi) yapmış ve ülkemizin
sanayileşme sürecine ciddi katkıda bulunmuştur. Böylece; Türk
sanayisi 1960’larda başlayan planlı kalkınma döneminde hatırı sayılır bir
gelişme göstermiştir. Ancak 1980 sonrası ekonomi yönetimi büyük çapta Dünya
Bankası ve IMF’nin güdümüne bırakılmış, ardından 1996’da yürürlüğe giren AB
Gümrük Birliği anlaşması ile Türkiye’nin üçüncü ülkelerle yapacağı ticaretteki
inisiyatifi sınırlanmıştır. [9]
1950 sonrasında oluşan
batıya bağımlı gelişme çizgisi, edilgen yapı, Soğuk Savaş sonrasında da AB ve
ABD yörüngesinde devam etmektedir. Özellikle terör örgütüne destekleri, sözde
Ermeni soykırımı, Kıbrıs, Ege, Ruhban Okulu, Pontus, Ekümeniklik gibi konuları
Türkiye’nin gündemine taşımaları Türkiye’nin ulus-devlet yapısına, egemenliğine
yönelik tehdit kapsamında algılanmalıdır. Türkiye, bu tür tek taraflı
dayatmalar karşısında ağır kalmakta, dinamik yapıdan uzak denge politikası ile
gelişmeleri izlemektedir.
Ne acıdır ki, Türk sermayesi ve onların oluşturduğu
kuruluşların, Kıbrıs, Ege, Ermeni konuları başta olmak üzere “ulusal dava”
olarak savunulan Türk tezlerinin aksine Türkiye’yi itham eden batı yanlısı
tezlere sıcak bakmaları son yıllarda adeta kanıksanır oldu. Bu gelişmeler, bize
Atatürk’ün “ekonomik bağımsızlık olmadan siyasi bağımsızlığın olamayacağı”
sözlerinin ne kadar doğru olduğunun bir göstergesidir.
Stratejik özellik arzeden
KİT’ler, madenler vb. yeraltı ve yerüstü zenginliklerimizin özelleştirilmeleri,
hele yabancılara satılmaları Türkiye’nin dışa bağımlılığını arttırmaktan başka
bir amaca hizmet edemez. Bu kuruluşlar ulus-devlet yapısının çimentosu,
bağımsızlığın kaleleridir. Küreselleşme dalgası ile öngörülen yabancı
sermayenin Türkiye’nin kalkınmasına, istihdamına katkı sağlayacak yatırım
alanlarından çok özelleştirmelere, finans piyasasına sıcak para olarak geldiği
gözlenmektedir. Mevcut ekonomimizin altyapısı henüz istenilen düzeyde
olmadığından; üretim ve ihracat’tan çok sıcak para sarmalında yürüyen finansal
hareketlerin kıskacındadır. Küresel dalgalanmalar karşısında müdahalelere açık,
kırılgan bir yapıdadır.
Küresel Çıkarlar ve
Ulus Devlet Çatışması
Genişletilmiş Ortadoğu projesi
bir 'kaynakların kontrolü' projesidir. Söz konusu kaynaklar ise enerji
(petrol-doğal gaz), su (Fırat-Dicle) ve insan kaynaklarıdır. Amerikan yönetimi
tarafından, kaynakların kontrol edilebilmesi için iş başındaki yönetimler
işbirliğine yanaşmazlarsa rejim değişiklikleri yoluyla oluşturulacak yeni
yönetimler tarafından kontrol edilecektir. GOP diğer yandan Huntington'ın
“Medeniyetlerin çatışması” projesidir. [10]
Bu
gelişmeler karşısında Atatürk'ün şu sözü bize ışık tutacaktır: "Ulusal siyaset dediğim zaman, kast
ettiğim anlam ve içerik şudur: Ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce,
kendi gücümüze dayanarak, varlığımızı korurken, ulusun ve ülkenin gerçek
mutluluk ve bayındırlığına çalışmak... Gelişigüzel hayali emeller peşinde ulusu
uğraşa sokmamak. Uygar dünyada, uygar ve insanca davranış ve karşılıklı dostluk
beklemek."
Sanayi
yanında tarım sektörü de yabancıların eline geçiyor. Bankalara ve ulaşıma da
yabancılar el atıyor. Yabancılar iç pazara egemen oldular. Cari açık her yıl
katlanarak büyüyor. Yatırım, üretim, iş, ücret, ihracat konuşulacağına döviz,
faiz ve borsa [11]
konuşularak yabancı sermayenin ülkemize sıcak para olarak geldiği, geldiği gibi
bir gecede karını alarak gitmeyeceğinin garantisi yoktur.
Küresel
güçlerin ve çokuluslu şirketlerinin kendi çıkarlarına yönelik tek yanlı
yaklaşımları, Etnik ve dinsel yapının siyasallaştırılıp demokrasinin nimetlerinden
de yararlanarak devletin etkisizleştirilmesi, AB uyum süreci adı altında uzayan
bağımlı politika döngüsünün yörüngesinden sıyrılarak inisiyatif ele alınmalı,
daha etkin olabilmek için ulus-devlet yapısı güçlendirilmelidir. Batı bugünlere
kolay gelmedi. Engizisyonlar, feodalite ve bitmek bilmeyen savaşlarla çok kan
döküldü. Kendi ulus devlet yapılarını güçlendirerek sürdürürlerken -bir çelişki
olarak gözükse de- küresel güç olarak ulusal devlet geleneğine tahammülleri
yoktur. Bizim ülke olarak hem tarihsel derinliğimiz hem de kuruluş
felsefemizden gelen bir dayanağımız var. Bu dayanak Atatürkçü düşünce ve Türk
devrimidir. Hedef; ulusal sınırlarımız içersinde ulusal çıkarlarımızı gözeten
ulusal politika ile kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup uygarlığa
ulaşmaktır.
Ulus devletini
koruyamayan ülkelerde: Gümrük denetimleri zayıflatılıyor, siyasal otoriteler
güçsüzleştiriliyor, ülkeler borçlandırılıyor, dış alım satım dengeleri
bozuluyor; alt kimlikler bağımsızlığa özendiriliyor; devlet yapıları küçültülüyor;
Ulusal irade zayıflatılıyor; özelleştirme ve yerelleştirme hızlandırılıyor. [12]
Yeni doğan küresel
düzenin öncülüğünü, çoğu bazı bağımsız uluslardan da büyük olan birkaç yüz dev
şirket yapıyor. Ford'un ekonomisi Suudi Arabistan ve Norveç'inkinden büyük.
Philip Morris'in yıllık satışları Yeni Zelanda'nın GSMH’sından fazla. On yıl
önce yıllık satışı Türkiye'nin GSMH’sından fazla çok sayıda çokuluslu şirket
bulunmaktaydı. Şimdi ise birçoğunun yıllık cirosu Türkiye’nin toplam dış
ticaret rakamının çok üstündedir.[13]
Türkiye’nin Hedefleri
Atatürk,
cumhuriyetin kuruluşunda; “Memleketimizi
asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri, binaenaleyh batılı
bir hükümet vücuda getirmektir.”, “Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medenî
memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve
kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin
üstüne çıkaracağız.” sözleri ile Türkiye’nin temel hedefini
işaret etmiştir: “çağdaş uygarlık seviyesi”. Bu hedef -ağır aksak yürüyerek
ulaşmaya çalışsak da- bugünde değişmemiştir. 100. yıla az kala bu hedefe
ulaşmak için koşmak dışında alternatifimiz kalmamıştır. Türkiye’nin geleceği
ile ilgili Planlı kalkınma hedefi yanında bilim adamı ve strateji uzmanlarımızın
bakış açılarını gözden geçirmekte yarar var.
Türkiye’nin 8. Beş Yıllık
Kalkınma Planı (2001-2005) ile birlikte hazırlanan “Uzun vadeli gelişmenin (2001-2023) amaçları ve
stratejisi” isimli belgenin 18. maddesinde şu hedefe yer verilmiş: “Türkiye’nin gerekle yapısal dönüşümleri
gerçekleştirmesi durumunda, 2001-2023 döneminde yıllık ortalama % 7 dolayında
büyüme hızı sağlaması ve büyümenin yaklaşık % 30’unun toplam faktör
verimliliğinden kaynaklanması, böylece 1998 yılında yaklaşık 3200 $ olan kişi
başı gelirin 2023 yılında AB ülkeleri düzeyine yaklaştırılması beklenmektedir.
Türkiye’nin dönem sonunda ulaşacağı 1.9 trilyon $ civarında GSMH düzeyi ile
dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmesi öngörülmektedir.”[14]
Türkiye’nin 2023’e giden yolda bilim adamı olarak hedef gösteren,
O. Güvenen’e göre; Devletlerin dünya sistemindeki etkinliğini önemli ölçüde
belirleyen iki büyük olgu mevcuttur. Bunların birincisi “ülkelerin kuvvetler
etkileşimi içindeki rolü ve jeostratejik konumu” ikincisi ise, insanların ve
toplumun davranış biçimlerini belirleyen ve geçmiş kuşakların birikimini de
yansıtan “kültür”dür. Bu suretle ülkemizin kısa, orta ve uzun vadeli
hedeflerinin gerçekleştirilmesi, negatif seleksiyonda olan bir yapının pozitif
seleksiyonda bir yapıya dönüştürülmesi mümkündür. [15]
“Ulusal
bağımsızlık” ve “ulusal egemenlik” temeline dayalı bir Türkiye tasarımının
gelecek öngörüsü, ulusal bilgi, bilinç, strateji ve politikanın üretilmesinden
geçmektedir. Bu boyut, Türkiye’nin kimlikli, benlikli ve eşit koşullu evrensel
bir buluşmanın temel koşuludur. [16]
Türkiye, tarihte etkin olmuş küresel bir gücün mirası olarak soğuk savaş sonrası yaşanan gelişmelerin tetiklediği üniter yapısına yönelen tehditler nedeniyle tedirginlik yaşamaktadır. Türkiye’nin Küreselleşme sürecindeki bu tedirginliği aşması için öncelikle uluslar arası platformlarda katılım-denetim ilişkisini dengelemesi olmazsa olmazlardandır. Davutoğlu’na göre; Küreselleşme sürecinin aktif belirleyici unsuru haline gelmek, katılan ve denetim mekanizmaları içinde de yer alan bir unsur haline gelmek için iki koşul şart. Bunlar: Meşruiyet ve güç temerküzü.[17]
Türkiye, tarihte etkin olmuş küresel bir gücün mirası olarak soğuk savaş sonrası yaşanan gelişmelerin tetiklediği üniter yapısına yönelen tehditler nedeniyle tedirginlik yaşamaktadır. Türkiye’nin Küreselleşme sürecindeki bu tedirginliği aşması için öncelikle uluslar arası platformlarda katılım-denetim ilişkisini dengelemesi olmazsa olmazlardandır. Davutoğlu’na göre; Küreselleşme sürecinin aktif belirleyici unsuru haline gelmek, katılan ve denetim mekanizmaları içinde de yer alan bir unsur haline gelmek için iki koşul şart. Bunlar: Meşruiyet ve güç temerküzü.[17]
Türkiye’nin
geleceği ile ilgili Planlı kalkınma hedefi yanında bilim adamı ve strateji
uzmanlarımızın bakış açılarının odak ve ortak noktası; günübirlik kısır
döngüden kurtularak geleceği planlamaktan geçmektedir. Öncelikle ulusal güç
unsurlarının zayıf olanlarını geliştirerek iç dinamiklerini bütünleştirip bir
noktaya, bir hedefe toplamalıyız. Ardından Stratejik bakış açısını stratejik
plana dönüştürüp tutarlı ve kararlı politikalarla destekleyerek bugünden hedefe
yönelinmelidir.
Sonuç / Değerlendirme
21.yy da küresel aktörler arasında enerji ve su
kaynaklarının denetimi, pazarların paylaşımı ve teknolojinin kontrolü alanında
yaşanacak rekabet önemli ölçüde ekonomik, sosyal ve siyasal olumsuzlukları da
beraberinde getirecektir. Buna paralel olarak artan boyutlarla varlığını
sürdüreceği gözlenen; etnik, dinsel, milliyetçi, ayrılıkçı, siyasi ve ekonomik
problem olarak karşımıza çıkacak terörizme karşı, toplumsal bilincin geliştirilmesi,
küresel ve bölgesel düzeyde kendi ulusal çıkarlarını öne çıkaran iş birliği
olanaklarının yaratılması için kısa, orta ve uzun vadeli stratejilerini geliştirip
hayata geçirmelidir.
Öncelikle
batı dünyası ile ilişkileri koparmadan Rusya, Gürcistan, Azerbaycan ve
Türkistan cumhuriyetleri, İran, Ortadoğu ve Körfez ülkeleri ardından Balkan
ülkeleri ile STA anlaşmaları çerçevesinde ekonomik-ticari ilişkilerini
geliştirerek bilim-teknoloji alanına, kültür alanına, oradan da güvenlik
alanına taşımalıdır. Türk dünyası’na yönelik Pan-Türkist, Pan-Turanist ütopik
yaklaşımları dışlayarak yukarıda saydığımız alanlarda Türk birliğini
gerçekleştirerek bölgesel gücünü mihver bir çerçeveye taşıyarak küresel bir
rota çizmelidir.
Türkiye bölgesinde barış ortamı için BM, NATO gibi uluslararası platformlarda öncülük yaparken, bölgesel ve küresel çok yönlü
birlikteliklerin kaos yerine dayanışmayı artıracağını öne çıkarmalı, AB sürecindeki belirsizliğin durağan
periferisinden kendini kurtararak yoluna devam etmeli, Gümrük Birliği yeniden
gözden geçirilerek, ECO, KEİ, İKÖ, D- 8 ve G-20.
gibi üyesi olduğu yapılanmaların canlandırılmasını sağlamalıdır.
Türkiye, küresel dalganın olumsuz etkilerinden en az zararla
sıyrılabilmesi için kuruluşundaki ulus devlet yapısından, laiklik yapısından
taviz vermeyerek ulusal güç unsurlarının zayıf halkaları olan ekonomisini, askeri açıdan savunma
sanayisini güçlendirmeli, bilim ve teknolojisini -bilimsel araştırma ve ar-ge
çalışmalarına daha fazla kaynak aktararak- güçlendirmek
suretiyle bölgesinde etkin bir güç olmak zorundadır.
Kısa vadede soğuk savaş sonrası
içinde bulunduğumuz küresel kaos ve çevrelemenin oyun ve dayatmalarını boşa
çıkarıp ulus devletin bekasını sağlamalıdır. Orta vadede ulusal çıkarlarımızla
örtüşen bölgesel birlikteliklerle ekonomisini canlandırarak jeopolitik konumu
nedeniyle de oluşacak
enerjiyi sinerjiye dönüştürerek 2023 hedefini, büyük önderin çağdaş uygarlık
vasiyetini göğüslemektir.
Hukuk
ve demokrasimizi güçlü kılarak, halkına güven duyarak, adaleti tesis ederek,
sosyal devlet yapısının gereği orta sınıf-orta kuşak denilen yapıyı
güçlendirerek, istihdamı çözümlemek için iş alanları yaratarak; İçeride birlik
beraberliği, uzlaşı kültürünü, huzuru ve istikrarı yakalayarak stratejik planlar ve tutarlı politikalar ile
atacağı adımlar önemli olacaktır. Türkiye’nin aydınıyla, bilim adamıyla, iş
dünyasıyla, politikacısıyla, kamu gücüyle, sivil toplumuyla enerjisini bu
ülkenin değerleri ile birleştirmesi, birikimini bu toplumun geleceği için
harcaması Türkiye’yi bölgesinde yönlendiren bir güç olarak daha da etkin
kılacaktır.
Küresel
güç ve aktörlerin bize biçmeye çalıştıkları (etnik ve
mikro-milliyetçilik, ılımlı-islam gibi) rol yerine ulusal çıkarlarımızı
gözeterek üniter devlet yapımızla, onurlu bir duruş sergilemeliyiz. Büyük önder
Atatürk’ün ilke ve devrimleri doğrultusunda kurmuş olduğu cumhuriyete sahip
çıkarak öncelikle eğitime yenibaştan eğilerek kaliteli, nitelikli, bilinçli,
çağdaş bakış açısı ve analitik düşünceye sahip, etik değerlerle donanmış
insanlar yetiştirmeliyiz. Sonrasında daha çok çalışarak, daha çok üreterek, markalar yaratarak onu
sonsuza dek yaşatmalıyız.
1923’te
gerçekleştirilen Türk devrimi çağdaşlaşma/modernleşme yolunda ülke adına büyük
bir kazanımdır. O kazanımı görmezden gelerek ya da sorgulayarak geleciğimiz
nokta hazindir. Ülkeyi yönetmek üzere yola çıkan siyasi kişi ve kuruluşların
ülkenin ulusal çıkar ve politikaları ile kavgalarının bulunmaması gerekir.
Özellikle içeriye dönük politikalarla, alt-kimlik, üst-kimlik gibi konularla
uğraşmak hem zaman kaybettirir, hem de ulusal gücü zayıflatır. Bugün içersinde
bulunulan bu kısır döngüyü aşmak gerek. Türkiye bu potansiyele sahip… Önemli
olan o potansiyeli statik yapıdan dinamik yapıya getirecek stratejilerin
uygulamaya konulmasını sağlamaktır. (2007)
Kaynakça:
[2] DENK Nevzat, agm.
[3]HABLEMITOGLU Necip, "Kemal'in Öğretmenleri", www.hakimiyetimilliye.org, (26.01.2007)
[4] KONGAR Emre, “Türkiye'nin Önemi”, www.kongar.org/makaleler
[5] KOÇÖZ Remzi,
“21.Yüzyıla Damgasını Vuran 4 Büyük Terör Olayı”, Çağın Polisi Dergisi, Sayı-32, Ağustos/2004
[7] DAVUTOĞLU Ahmet,
“Fukuyama'dan Huntington'a Bir Bunalımı Örtme Çabası ve Siyası Teorinin
Pragmatik Kullanımı”, İzlenim, Ekim 1993, Sayı: 10,
www.karakutu.com
[9] “Ulusa
Çağrı”, Jeopolitik Dergisi, Sayı.1, www.jeopolitik.org.
[10] ESLEN Nejat, Küresel
Hamleler Anahtar Stratejiler, Tekağaç Kitap, Ankara–2005 s.20–21.
[11] MANİSALI Erol, age., s.76
[12] İLHAN Suat,
“Küreselleşmenin Siyasi Boyutu; Ulus Devlet, Kemalizm”
[14] ULUĞBAY, Hikmet, Risk altında bir ülkenin 2023 Yarışı, Özbay Ofset, s.2
[15] “TC 20017-15” modeliyle amaçlanan, Türkiye’nin önümüzdeki 10 yıl sonunda dünya sistemine en çok etki yapan ilk 15 ülke arasında yer almasını sağlamaktır. “TC 2017-9” modeliyle hedeflenen ise 20 yıl sonunda Türkiye’yi dünya sistemine en çok etki yapan ilk 9 ülke arasına sokmaktır. “ (Bkz. GÜVENEN, Orhan,
“Türkiye’nin Orta ve Uzun Dönem Stratejik Hedefleri”, www.elegans.com.tr/arsiv/41/)
[17]“Meşruiyetin temeli, aidiyet bilincidir, kendi içlerinde güçlü bir aidiyet bilinci geliştirmiş toplumların egemenlik alanı konusunda kaygılanmaları söz konusu olamaz. Gücün temeli ise bir ülkenin kendi ulusal ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal değerlerini uluslararası alana aktarabilme kabiliyetleridir.” (Bkz. DAVUTOĞLU, Ahmet,
“Küreselleşme ve AB -Türkiye İlişkileri Çerçevesinde Ulusal Egemenliğin
Geleceği” Konulu Sempozyum, 26.04.2003, www.haberler.com.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder