KÜRESEL VE BÖLGESEL GÜÇ
BAĞLAMINDA TÜRKİYE
TURKEY IN THE
CONTEXT OF GLOBAL AND REGIONAL POWER
ÖZET
Teknolojik gelişmeler uzakların yakınlaşmasına,
uzaydan ulaşıma kadar her alanda sınırların aşılmasını sağlamıştır. Bilişimde
gelinen nokta ise iletişimden faksa, elektronik postadan bilgi paylaşımına
uzanan bir yelpazeyi teşkil etmektedir. Bu iki konu, küreselleşmenin önlenemez
gücünü ve yükselişini simgelemektedir. Bu süreç, 1990’lar sonrasında soğuk
savaşın sona ermesi ile oluşan tek kutuplu dünyada 500 yıllık bir gelişimin
getirisidir.
Soğuk savaşın galibi batı, liberal anlayış ve
kapitalist sistem olmuştur. Bu durum ‘Yeni Dünya Düzeni’ adı altında tek
kutuplu bir gücü doğurmuştur. Küreselleşme denilen rüzgâr dünyayı kasıp kavurmuş,
sınırları aşmış ulus devletlerin korkulu rüyası olmuştur.
Türkiye
ise, jeopolitik konumu nedeniyle zorlukları olan bir coğrafyada bulunan bir güç
olarak ulus devlet yapısını korumak ve bölgesel güç olmanın iç dinamiklerini
geliştirmek suretiyle, dış dinamiklerle kendi milli menfaatleri doğrultusunda
uzlaşacağı ortak bir strateji geliştirip küresel güç olmanın mücadelesini
vermektedir.
Anahtar Sözcükler: Küreselleşme, bölgesel, milli güç, dinamik,
strateji.
ABSTRACT
Developments
in the technology enable the distances to become closer and proceed beyond the
boundaries from space to transportation in every field. The position where the
information technology accrued however is a spectrum from communication to fax
and e-mail to information sharing. The above two main points symbolize the
power and unavoidable upturn of the globalization. This process, after 1990s
together with the end of cold war, where a world of a one power world has been
created, is somehow the benefit of an upswing for 500 years.
The successful
parties of the cold war have been the east, the liberal political view and the
capitalist system. This aspect has leaded a one polar power under the name of
“New World Order”. The wind named as globalization has oppressed the world,
crossed the frontiers and became the nightmare of the national states.
Turkey,
however, that being a power in a land possessing difficulties specific to its
geopolitical position, has been struggling to become a global power, in order
to protect its national structure and regional authority by improving the
internal dynamics and building up a mutual strategy so as to temporize with the
external dynamics.
Key Words: Globalization, regional, national power,
dynamic, strartegy.
Giriş
Küreselleşme, soğuk savaş sonrasının en çok kullanılan kavramı haline
gelmiş, dünyanın her köşesinde olduğu gibi ülkemizin en ücra köşesine kadar
giren bir olgu olmuştur. Coğrafi keşiflerle başlayan süreç sanayi devrimi ile
aşama kaydetmiş, teknolojik alandaki gelişmeler sonucu hız kazanarak bilişim
devrimi ile zirveye çıkarak, soğuk savaş sonucu oluşan tek kutuplu yeni dünya
düzeni ile gücünü pekiştirmiştir.
Küreselleşme bir
başka deyişle Globalleşme; üzerinde başlangıcı ve bitimi noktasında bir
mutabakat olmamasına rağmen birçok düşünür, yazar tarafından çeşitli
biçimlerde tanımlanmaya çalışılmıştır. Küreselleşme kavramı genel olarak
değişim süreci ve uluslararası politika, ekonomi ve kültürel yapıdaki dönüşümü
tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu durum bir anlamda sosyal bilimlerde
karşımıza çıkan bir paradigma gibi gözükür. Aslında Cerny’nin 1994’te ortaya
koyduğu gibi küreselleşme ne bütünleyici, ne de homojen bir kavram değildir.[1]
Değişen zaman, mekan
kavramalarıyla birlikte, sınırların ortadan kaybolmaya başlaması ve yeryüzündeki
tüm insanlar arasındaki karşılıklı bağımlılığın artması şeklinde bir
tanımlamaya gidilebileceği gibi siyasal açıdan devletin fonksiyonlarının
işlerliği açısından da tanımlanabilir. [2]
Dünya ekonomisinde
1930 sonrası 1970’lerin başında
bir kırılma daha yaşanarak 1980’lerden itibaren gelişmiş ülkeler korumacı
yapıdan liberalleşmeye[3]
yönelmişlerdir.
Ayrıca küreselleşme, bir
karşı tez olarak "Bloklaşma"
yaratmakta ve "Korumacılık"
eğilimlerini de körüklemektedir.[4]
Bu gelişmeler sonrası
sosyalist sistemin özellikle teknoloji, yaşam standardı, refah düzeyi alanında
batılı Kapitalist sistem ile yarışamayacağı ortaya çıkmış ve 1992 yılında
SSCB’nin ardından Doğu Bloğunun dağılması ile soğuk savaş sona ermiştir.
Bölgeselleşme,
Küreselleşmenin aksine kutuplaşma, bloklaşma şeklinde belirli kıta içi ya da
komşu ülkelerin kıtalar arası ekonomik, sosyal, politik ve askeri güç olarak
öncelik taşımaktadır. Bölgesel Ekonomik Birleşim Çeşitleri; Serbest Ticaret Bölgesi,
Gümrük Birliği, Ortak Pazar ve Ekonomik Birlik[5]
şeklinde oluşan AB, NAFTA, EFTA gibi
yapılanmalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bölgesel ekonomik birleşmelerde başarı için;
- Ekonomik
gelişme farklılıkların az olması,
- Coğrafi
yakınlık,
- Ekonomik
yapı benzerliği,
- Sosyal-Kültürel-Tarihsel-Dinsel
ortaklık,
- Askeri
ve Politik ortaklık [6] şeklindeki kriterler
geçerlidir.
1. Güç Kavramı
Günümüz dünyasında
klasik tanımlamalar yetersiz kalarak sistemik bakış açısına gerek duyulmuştur.
Liberalizm ve Neoliberalizm çerçevesinde teorik olarak tanımlanmaya çalışılan
güç kavramı, Realizmin tanımladığı güç kavramıyla da karşılaştırmalı olarak
incelenmektedir. Teorik açıdan realist yaklaşım askeri gücü, liberal yaklaşım
ise ekonomik gücü öne çıkarmaktadır. Bu yaklaşımlar sonucu güç kavramı;
ekonomik ve siyasal sistemin yapısının değiştirilmesi sayesinde elde edilen güç
olarak tanımlanmıştır.[7] Bu
tanıma göre, uluslararası ilişkilerde hegemonya oluşturulması ve
sürdürülebilmesi için güç kavramı büyük önem kazanmıştır.
Uluslararası
ilişkiler alanında Neorealizmin temsilcilerinden olan R.Gilpin'e göre
"güç, devletlerin askeri, ekonomik ve teknolojik yeteneklerini" ifade
etmektedir. Bu açıdan "gücü", global sistemin işleyişinin temel
unsuru olarak kabul etmek gerekmektedir. "Güç"e dayanan böyle bir
sistemin birimleri ise "aktörlerdir"[8];
sistem onların birbirleriyle olan ilişkileri ve birbirlerine karşı
uyguladıkları etkilerle şekillenmektedir. Sistemdeki bütün aktörler ister bir
devletlerarası örgüt olsun, ister bir dini gruplaşma ya da bir global şirket,
hepsi genel gidişatı kendi lehlerine çevirmek ve sistem içindeki güçlü,
yerleşik konumlarını kaybetmemek için güçlerini korumaya ve kullanmaya
mecburdurlar.[9]
Güç kavramını irdelerken Millî Güç olgusunu da göz ardı etmemeliyiz. Millî Güç; bir devletin millî
çıkarlarını sağlamak ve millî hedeflerini elde etmek için kullanabileceği coğrafi, siyasi, ekonomik, askeri,
demografik, sosyo-kültürel, bilimsel ve teknolojik güç gibi güçlerden oluşan maddî
ve manevî unsurların tümüdür.[10]
Küresel Güç
Küreselleşme
tanımından yola çıkarak Küresel Gücü; ‘Bir
devletin tüm dünyada belirli bir düzeyde çevresini etkilemesi’ olarak
tanımlayabiliriz. Bir ülkenin uluslararası ilişkilerdeki göreceli ağırlığı ve
gücü konusunda bu kaygıları da göz önünde bulunduracak şekilde değişik
tanımlamalar geliştirilebilir. Sabit veriler Coğrafya, Tarih, Nüfus ve Kültür
olarak; Potansiyel veriler ise Ekonomik, Teknolojik ve Askeri kapasite olarak
tanımlanabilir.[11] Yukarıdaki tanımlamalar
ışığında Küresel güç kriterleri olarak;
Attalı'ya göre de -birçok uzman tarafından da kabul edilen- büyük güç
olabilmek için şartlar:
- Teknolojik Alan; Enerji ve
İletişim alanındaki gelişmelere hakim olmak,
- Ekonomik Alan; Yeteri kadar
zengin olmak,
- Parasal Alan; Uluslararası
alanda itibarı olan ve tasarruf edilebilir olarak değerlendirilen bir
paraya sahip olmak,
- Askeri Alan; Nükleer silahları ve denizaşırı kullanılabilecek 10 Deniz Piyade Tümenine sahip olmak,
- Coğrafi Alan; Hayati
bir müttefikini, esas deniz ulaştırması yollarını, içilebilir su
rezervlerini ve enerji kaynaklarını ülke sınırları dışında koruyabilecek
pozisyona sahip olmak;
- Kültürel Alan; Milli ya da
dinsel boyutta, diğerlerinin menfaatleri ile işbirliği yapmaya müsait ve
eserleri ile diğerlerini kendisine çeken evrensel bir kültüre sahip olmak,
- Diplomatik Alan Emperyalist bir
politikayı tasarlayan ve uygulamaya koyan, uyumlu ve yeteri kadar kuvvetli
bir devlete sahip olmak gerekmektedir.[12]
Tek
Kutuplu Dünya Düzeni’ne göre Küresel güç olarak ABD tartışmasız lider
konumdadır. Batılı güçlerin desteğini alarak Küresel sistemin merkezinde yer
tutan ABD, diğer güçlerin çıkarlarını önemsememekte, kendi güvenliği ve
bekasını ön planda tutmaktadır. AB genel anlamda ABD’den sonra en büyük küresel
güç olma peşindedir. Küresel diğer aktörlere bakınca G-8 [13]olarak
adlandırılan ülkeler önceliktedir. Bunların içersinde İtalya en zayıf halka
olarak adlandırılabilir. G-8’ler dışında küresel güç olma yolunda aktör olarak
Çin müthiş bir performans göstermektedir. Bunun dışında Hindistan, İran, gibi Asyalı devletler ABD hegemonyasına karşı
güçlerini birleştirerek Tek Kutuplu Dünya Düzenini
değiştirmeyi hedeflemektedirler.
Türkiye Küresel Bir
Güçmüdür?
Küresel Güç olabilmek için; ekonomik açıdan güçlü
olup parasının uluslararası arenada geçerli olması; askeri güç açısından nükleer silahlara sahip olmak, dünyanın stratejik bölgelerinde müttefikler
edinerek üsler açabilmek, ve bu bölgelerde oluşan gerilim ve çatışmalara
müdahil olmak; kendi yaşam biçimi ve değerlerini yaymak, kültürel açıdan etkin
olmak; teknolojik ilerleme kaydederek diğer ülkelere patent, lisans vererek
marka satmak gibi koşulları sayabiliriz.
Türkiye’nin bulunmuş
olduğu coğrafyadan kaynaklanan jeopolitik yapısı Üç kıtanın (Avrupa-Asya-Afrika) geçiş noktasında
bir yerde bulunması stratejik açıdan doğal bir önem arz etmektedir. Bu bölgeler
ayni zamanda hem çatışma alanı hem de enerji kaynaklarının ağırlıklı olduğu
bölgelerdir. Onun için küresel güç ve aktörlerce önem verilen, önem arz eden
bir coğrafyadır. Sovyetlerin dağılmasından sonra oluşan tek kutuplu dünyada
ise, stratejik durumu ile ABD ve Avrupa'nın güvenliği açısından önemini daha da
arttırmıştır.
Ancak, Türkiye
yukarıda belirtilen tanım ve kriterleri de değerlendirdiğimizde küresel güç
olmak bir yana küresel bir aktör konumunda bile değildir.
Bölgesel Güç
Bölgesel Güç; ‘Bir devletin bulunduğu coğrafyada
belirli bir düzeyde kıta içi ya da komşu ülkeleri etkilemesi’ olarak
tanımlanabilir. Bölgesel güç tanımı Küresel güç tanımına göre daha esnek ve geniş
alanı kapsasa da önemli olan belirli bir bölgede etkin olabilmektir. Soğuk
savaş sonrası Küresel ekonomi-politik gelişmeler güç tanımını karmaşık bir
yapıya sokarak jeopolitik, jeokültürel, jeoekonomik, jeostrateji gibi
kavramların kullanımını gerekli kılmıştır.[14] Bölgesel
güç kriterleri olarak;
- Coğrafi Konum,
- Sosyo-Kültürel,
- Ekonomik,
- Askeri,
- Politik kapasiteyi ekleyebiliriz. Bunun yanında uluslar arası kurumlara etkisini de göz önünde tutmalıyız. Bir ülkenin Bölgesel güç olabilmesi için Millî Güç unsurlarını belirli bir seviyeye çıkarması eksik olabilecek diğer kriterin boşluğunu doldurmaya yarayacak, ülkeye güç katacaktır. Bölgesel güç olarak; Rusya, Çin, Hindistan, Pakistan, İran (Asya), Türkiye, İsrail (Ortadoğu), Brezilya, Arjantin (G.Amerika), G.Afrika, Nijerya (Afrika), Almanya, Fransa, İngiltere (Avrupa) ve Avustralya’yı sayabiliriz.
Türkiye’nin kurucusu Atatürk: “Bir milletin
muvaffakiyeti demek mutlaka milli gücün bir istikamette toplanmasıyla
mümkündür. Binaenaleyh bilelim ki elde ettiğimiz başarı, milletin gücünü
birleştirmesinden, iş birliği yapmasından ileri gelmiştir. Eğer aynı başarıyı
ve zaferi gelecekte de elde etmek istiyorsak, aynı esasta istinat edelim ve
aynı surette yürüyelim.” diyerek milli gücün önemini vurgulamıştır. Onun için;
Türkiye Cumhuriyeti; varlığını
sürdürebilmek ve hedeflerine ulaşabilmek için milli gücünü sürekli
geliştirmeli, etkinleştirmeli ve kullanmalıdır. Bölgesel güç olma
açısından Türkiye’nin iç dinamiklerini oluşturan Milli Güç Unsurlarını
irdememizde yarar vardır.
Siyasi Güç
Türkiye, kuruluşunda
önderi Atatürk’ün çizmiş olduğu “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” prensibi ile
izlediği tarafsızlık politikasına, II. Dünya Savaşı sonunda karşılaştığı Sovyet
tehdidi sonrası oluşan iki kutuplu dünyada NATO üyesi olarak son vermek zorunda
kaldı. İki kutuplu dünya arasında tampon görevi gördü. Sovyetlerin
dağılmasından sonra oluşan tek kutuplu dünyada, jeostratejik durumu ile Avrupa,
Asya ve Afrika arasında bölgesel güç olarak ABD ve Avrupa'nın güvenliği
açısından önemini daha da arttırmıştır.
Türkiye’de soğuk
savaş sonrası siyasi istikrarsızlıklar dış politikaya yansımış, iniş-çıkışlar
yaşanmıştır. Kıbrıs ve Ege sorunu çözümlenemeyerek AB
sürecinde AB tarafından baskı aracı olarak kullanılmaktadır. 2003 yılında
Irak’ın işgalinde 1 Mart tezkeresine geçit vermeyerek Türkiye’yi yeni bir
bölgesel istikrarsızlığın içine girmekten kurtarmış. Bu kararla Türkiye kuruluş
döneminin dış politikasına doğru bir dönüş yaparken, ABD ve NATO ile mevcut
olan özel stratejik ortaklığını devam ettirerek Orta Doğu’da dengeli bir
politika izlemeye özen göstermiştir. Türkiye denge politikası izlerken PKK
tarafından yürütülen terörün azdırılması ve Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt
devletinin kurulması durumu ile karşı karşıya kalmıştır.
Bugün Türkiye siyasi
ve stratejik açıdan bir yol ayrımındadır. Bir yandan ABD ile müttefik olmak,
onun bölge ile ilgili planlarında Büyük Ortadoğu Projesi’nin[15]
anahtar durumundaki ülkesi olarak yer almak; bir yandan AB’ye dahil olarak
bölgedeki gücüne güç katmak, diğer taraftan da çevre
ülkelerle ilişkilerini geliştirerek bölgesel güç haline gelmek ve bütün
bunları kullanarak Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’yı da kapsayan yeni bir
güç merkezi oluşturmak, dünya barışı
adına NATO’nun en etkin gücü olmak gibi zor ve önemli projelerle karşı
karşıyadır.
Böylece jeopolitik
konumunun avantajını kullanarak çevresindeki politikaları da yönlendirebilen
bir bölgesel güç olarak, küresel güçler açısından da vazgeçilmez olacaktır.
Riskleri fırsatlara, dezavantajları avantajlara dönüştürerek, Küresel güçlerin
biçtikleri “Truva Atı” rolünden de kurtulmuş olacaktır.
Askeri Güç
Barışı korumanın en etkin yolu, kuvvetli bir askeri güç oluşturmaktan geçmektedir. “Su uyur düşman uyumaz” sözü basit ama çok şey ifade eder. Dünyadaki
savaş ve krizlerin yaşandığı ateş çemberinin içersinde istikrar unsuru olarak,
caydırıcılık unsuru olarak güçlü bir askeri gücün varlığı olmazsa
olmazlardandır.
Bulunulan coğrafyada müdahil olmanız gereken fiili durumlar her an
karşınızda durmaktadır. Bosna, Kosova, Afganistan, Irak operasyonları birer
canlı örnektir. İran ile yaşanılan nükleer gerilimi, her an için olası bir İran
operasyonunu da gündeme getirebilir. Türk ordusunun
modern yapıya kavuşmasında NATO üyeliğinin büyük katkısı olmuştur. Türkiye
başta NATO olmak üzere oluşturulma aşamasında olan AGSK ve bölgesel ittifaklar
içersinde jeopolitik ve jeostratejik açıdan aktif olarak yer alması Türkiye’nin bölgesel güç olmasında bir kuvvet çarpanı
olarak değerlendirilmektedir.
Türk askeri, Ulusal kurtuluş savaşı sonrası 1950 yılında Kore’de,1974
yılında Kıbrıs Barış Harekatında başarılara imza atmış, sonrasında BM ve NATO
kapsamında uluslar arası platformda farklı görevler üstlenmiştir. Türk Silahlı
Kuvvetleri kendi halkının yardımları ile kurmuş olduğu savunma sanayisi
sayesinde araç, gereç, teçhizat, silah üreterek bölgesinin en büyük ve dinamik
askeri gücüne sahiptir.
Türkiye’nin deniz ülkesi olması nedeniyle deniz gücünü
artırarak, hava gücü ile ilgili olarak da savaş uçaklarının montajı lehte
yorumlansa da bu uçaklarımızın modernizasyonunu yapamamamız aleyhte bir
sonuçtur. Bunun için savunma sanayinin daha da güçlendirilmesi stratejik açıdan
önem arz eder.
Ekonomik Güç
Ülkemizin kuruluş
yıllarında başlanan ekonomik hamleler sonraki yıllar hızını keserek
durağanlaşmış, istikrarsızlıklar sonucu yaşanan krizler halkın refah seviyesini
olumsuz yönde etkilemiştir. 80’li yıllar
sonrası Türkiye bölgedeki diğer ülkelere nazaran hızlı bir gelişim göstererek
ekonomik açıdan dünyaya açılmış -Balkanlar veya Türk cumhuriyetlerinin
nüfusları kadar- 70 milyonluk büyüyen bir pazardır. Tarımdan sanaiye geçen
ekonomisiyle üretim açısından da büyüme göstermektedir.
Türkiye Bakü-Tiflis-Ceyhan,
Kerkük-Yumurtalık petrol boru hatları yanında, Rusya, Kafkaslar ve Orta
Asya’dan gelecek doğalgaz boru hatlarıyla enerji köprüsü oluşturarak ekonomik
avantaj yakalayacaktır.
AB sürecinde sorunlar
yaşansa da AB ile oluşturulan Gümrük Birliği kayıpları olduğu kadar, ekonomik
altyapısını serbest piyasa ekonomisiyle uyumlu hale getirmesine katkıda
bulunmuştur. Rekabet gücünü artırarak dünya piyasalarına kaliteli mal üretme
aşamasına gelmiştir.
2000’li yıllardaki
kişi başı 2500 ABD doları olan GSYİH, bugün 5000’lere çıkmış olsa da diğer
gelişmiş ülkelere baktığımızda çok düşük seviyelerdedir. Milli gücümüzün en
zayıf halkası olarak ekonomik gücü değerlendirebiliriz. Bunun için Ekonomik
kalkınma açısından ağır giden süreci kuruluş yıllarında olduğu gibi yeniden
hızlandırmamız durumunda, bölgedeki gücümüz daha da artacaktır.
Coğrafî
/ Jeopolitik Güç
Türkiye’nin;
Avrupa-Asya-Afrika kıtalarının kesiştiği bölgede, üç tarafı denizlerle çevrili,
enerji kaynakları havzalarına yakınlığı, dört mevsimi yaşatan iklimi,
akarsuları, verimli toprakları, ormanları, madenleri, diğer yeraltı ve yer üstü
kaynakları, savunmaya elverişli geniş coğrafyası ile Coğrafi konumu diğer güç
merkezleri açısından önem arz ederken milli güce katkısı da yüksektir.
Türkiye’nin sahip olduğu beşeri değerlerle coğrafi konumunun oluşturduğu gücün
bölgesel ve dünya üzerindeki güçler karşısındaki durumu Türkiye jeopolitiğinin
başlıca özelliklerini ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin
jeopolitik yapısını irdelerken siyasi,
ekonomik, güvenlik yanında kültürel yapısını da ele alan stratejilerini yeniden
tanımlaması hasıl olmuştur. Bölgesindeki havzaları dikkate alarak
strateji geliştirmesi gerekmektedir. Bu
yaklaşımlar ışığında dış politikasını üç önemli jeopolitik etki alanı içersinde
taktik önceliklere dayandırmak zorundadır. Bunlar;
Yakın kara havzası:
Balkanlar-
Kafkaslar - Orta Doğu,
Yakın deniz havzası: Karadeniz-Doğu
Akdeniz-Adriyatik-Kızıldeniz-Körfez-Hazar Denizi
Yakın kıta havzası: Avrupa-Kuzey Afrika-Güney, Orta
ve Doğu Asya olarak gösterilebilir.[16]
Demografik
Güç
Türkiye’nin toplam nüfusu, 2000 yılı nüfus sayımına göre yaklaşık 68
milyon kişiye ulaşmıştır. Bu toplam nüfusun 44 milyonu şehirlerde, 24 milyona
yakını da köylerde yaşamaktadır. Yüzölçümü esas aldığımızda kilometre kareye 88
kişi düşmektedir. Yine bu nüfusun yaklaşık % 9’u 65 yaş ve üzeri, % 46’sı 14
yaş ve altı, geriye kalan % 45’ide orta yaş ve çalışma hayatına katkısı
olanları kapsamaktadır. Yıllık nüfus artış hızımız % 1,8 olup, okuma yazma
bilmeyenlerin oranı % 6.14’dür.[17]
Türkiye yukarıdaki rakamlar çerçevesinde dinamik ve genç bir nüfusa
sahiptir. İşgücü açısından olumlu olarak değerlendirilebilecek bu tablo
istihdam sorunu yaşanması nedeniyle yoksulluk,
işsizlik, çarpık kentleşme, eğitim ve sağlık alanlarındaki sorunların da
büyümesine yol açmaktadır. Nüfus artış hızının düşürülmesi ve dengeli bir
yapıya kavuşturulması bu sorunların büyük bölümünün önüne geçecektir. Nüfus
gücü bir devlet için şarttır; ancak tek başına güçlü olmasının garantisi
değildir. Kendisini çevreleyen ve kalabalık nüfuslara sahip birçok ülkeden daha
güçlü olan İsrail’i örnekleyebiliriz.
Bunun
için, ülkemizdeki eğitimli, nitelikli ve üretken insan sayısını artırarak
kaliteli insan yetiştirmemiz durumunda nüfusun milli gücümüze katkısı o kadar
yüksek olacaktır.
Sosyo-Kültürel
Güç
Sosyo-Kültürel
Gücü, “Bir toplumun, kültür yoluyla oluşan ve milli varlığını geliştirme ve
korumada itici ve yönlendirici rol oynayan düşünce, inanç ve davranışlarının
tümüdür.” şeklinde tanımlayabiliriz.
Sosyo-Kültürel gücün özelliklerinden biri de
psikolojiktir. Bazı düşünürler sosyo-kültürel gücü, “Psiko-Sosyal Güç” olarak
da nitelemektedir. Bu tanımlama, toplum gücünün daha çok ruhsal bir niteliğe
sahip olmasından kaynaklanır.[18] Bu
güç ayni zamanda toplumun moral-motivasyon değerleridir.
Ülkemizin dini ve
etnik yapısı çeşitlilik göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken
ulus-devlet yapısı içersindeki bu farklılıklar Atatürk milliyetçiliği ve
laiklik ilkesi çerçevesinde toplumsal bir bütünlük oluşturmuştur.
Türkiye'nin bir
"İslam ülkesi" olması, O'nun dış dünyadaki önemini daha fazla
arttırmaktadır. Bunun en önemli nedeni "Türkiye'nin tek ve biricik, laik
ve demokratik İslam ülkesi olmasıdır." Türkiye'nin, Müslüman toplumlar
için, laik ve demokratik bir model oluşturması, sadece bölge açısından değil,
tüm dünya ve insanlık tarihi açısından önemli bir olaydır.[19]
Bir diğer temel taş
ise ortak resmi dil olan Türkçe’dir. Türk dili, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulması ile resmilik kazanmış, Türk dilini geliştirerek milli kültüre
katkısını artırmak amacıyla dil kurultayları düzenlenerek, Türk Dil Kurumu
kurulmuştur. Türkiye’nin kurucusu Atatürk ise; “Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay dildir. Türk dili,
Türk Milletinin kalbidir, beynidir” diyerek Türkçe’yi ortak değer haline
getirmiştir. Doğu Asya’dan Batı Avrupa’ya kadar uzanan toprakların bazı
kesimlerinde 200 milyona yakın insan tarafından konuşulan aynı ortak dilden
çıkmış birçok Türk dili ve lehçesi vardır.
Kendine özgü bir
kültür ve değerlere sahip devletler, tarihi süreçte yerlerini korumayı
başarmışlar, yabancı
kültürlerin etkisi altında kalan milletler ise
zamanla tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Hukuk ve
demokrasimizi ne kadar güçlü kılarsak Devlet olarak da o kadar güçlü oluruz.
Öncellikle ülke içerisindeki adaleti sağlar, haksızlığı, yolsuzluğu azaltır,
insan haklarına saygıyı üst seviyelere çıkarırsak o kadar yol almış oluruz.
Kendi içerisinde huzuru yakalayan toplumların uluslar arası arenada güçlü
olacakları yadsınamaz.
Bilimsel
ve Teknolojik Güç
Günümüzde
uygarlık bilim ve teknik alanında katedilen mesafe ile eşdeğerdedir. Sanayi
devrimini gerçekleştiren toplumlar diğer toplumların önüne geçmiş, onları
hegemonyaları altına almışlardır. Ardından teknoloji alanında yapılan gelişmeler
ülkeleri bilgi toplumuna yükseltmiştir. Bilim
ve teknolojide ileri giden ülkeler bilimsel çalışma, araştırma ve gelişmelerine
(ar-ge) kaynak aktararak yeni teknolojilere ulaşmışlardır. Eski teknolojilerini
diğer ülkelere satarak hep bir adım önde gitmektedirler.
Türkiye
açısından teknolojiyi dışarıdan satın almak aslında daha yüksek maliyetlere
neden olmaktadır. Ülkemizde bir cep telefonu alabilmek için tonlarca pamuk yada
benzeri ürünleri satmak zorunda kalarak öz kaynaklarımızı kullanıyoruz.
Türkiye’nin sanayi devrimini kaçırmasına rağmen
bilgi toplumunu yakalama şansı vardır. Öncelikle bilgi üreten toplum haline
gelebilmemiz için bilimsel çalışmalara kaynak aktarıp ar-ge çalışmalarına önem
vererek kendi teknolojimizi kendimiz yaratmalıyız. Uluslar arası piyasada
ulusal markalarımızla imzamızı atarak yarışmalıyız. Böylece, Bilim ve
Teknolojide alınacak mesafe milli gücü doğrudan etkileyerek gelişmiş ülkelerle
aradaki farkı kapatmaya yarayacaktır.
3. Türkiye’nin Dış Dinamikleri (Bölgesel İttifaklar)
Türkiye, kuruluşundan bu yana barış ortamı için
bölgesel ittifaklara, saldırmazlık anlaşmalarına
önem
vermiştir. Bu ittifaklar askeri, siyasi, sosyal-kültürel bağlar yanında
ekonomik ilişkiler
ağırlıklıdır.
Bu ittifaklar platform ve forumlar şeklinde ülkelerin birbirlerini
tanımalarını, uzlaşı
kültürünü
geliştirmeye çalışırken Türkiye’nin bölgesel güç olmasına da büyük katkı
sağlamaktadırlar. Türkiye'nin bölgesel gücü, hiç
kuşkusuz, dış dinamikler açısından da değerlendirilebilen bir konudur. Bu
dinamikleri şu şekilde sıralayabiliriz:
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO),
Avrupa
Birliği (AB),
Ekonomik İşbirliği
Teşkilatı (ECO),
Karadeniz Ekonomik
İşbirliği (KEİ),
İslam Konferansı Örgütü (İKÖ),
İslam Konferansı
Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK),
D- 8 ve G-20.
4.
Diğer Güç Merkezleri, Teoriler ve Çatışmalar
Uluslararası Kurumlar
II. Dünya savaşı sonrası ABD, Sosyal-Ekonomik-Politik Uluslararası yeni bir oluşumu
gerçekleştirmek amacıyla BM’nin
kurulmasında öncülük etmiştir. Ardından da IMF, Dünya Bankası, GATT[20] gibi
kuruluşlar Dünya ekonomisindeki piyasa kurallarının işleyişini sağlamak için
yapılandırılmışlardır. Bu uluslararası ekonomik kuruluşlar ile bunların
faaliyet çerçevesinde dünyada hem küreselleşme gerçekleştirilmesi, hem de genel
açıdan uluslar arası bir dayanışma ortamı sağlanmak hedeflenmiştir.
Uluslararası
örgütler, katılımı teşvik ederken, diğer taraftan da ciddi bir denetim
mekanizması oluşturarak ulus devlet yapılarını esnetiyor. IMF ile olan
ilişkimizde, BM mekanizmalarında; sürekli denetleniyor durumdaysanız, belli bir
egemenlik problemi ortaya çıkıyor. Küreselleşme sürecinin aktif belirleyici
unsuru haline gelmek, katılan ve denetim mekanizmaları içinde de yer alan bir
unsur haline gelmek için meşruiyet ve güç temerküzü gerekmektedir.[21]
Türkiye’nin AB sürecide bu bağlamda değerlendirilebilir.
Çok Uluslu Şirketler
Küresel güç yalnız devletle sınırlı kalmayarak özelleşmiştir. Artık yeni
aktörler olarak işadamları, şirketler, kurumlar ve medya öne çıkmıştır. Bu yeni
güç ‘Çok Uluslu Şirketler’[22]
şeklinde, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde mevcut sistemin yapısını
sarsarak değişimler yaratmıştır.
Küresel dalganın
getirdiği yeni dünya düzeninin öncülüğünü, çoğu bazı bağımsız uluslardan da
büyük olan küresel dev şirketler yapıyor. Bunlar bir ülkenin olduğu gibi birden
fazla ülkenin şirket evliliklerinden oluşan (BP-Mobil, Sony-Erickson gibi.),
birden fazla ülkede konsorsiyumlarla dev projelere imza atan, yatırım yapan
güçlerdir.
On yıl önce yıllık
satışı Türkiye'nin gayrı safi milli gelirinden fazla çok sayıda çokuluslu
şirket bulunmaktaydı. Şimdi ise birçoğunun yıllık cirosu Türkiye’nin toplam dış
ticaret rakamının çok üstündedir. Öte yandan, zayıflayan hükümetler
dünyasındaki bu başına buyruk şirketler, bir dizi çok önemli politik kararı
veto edecek güçtedirler. Küresel imparator şirketler, politikacıların,
bürokratların ve iş adamlarının iktidar çatışmaları, gelişmelerden en çok
yararlanması gereken insan kütlelerini olumsuz etkileyerek kapsamlarını
genişletiyorlar. [23]
Küreselleşme - Ulus Devlet Çatışması
Küreselleşme ile
ulusal egemenlikler zayıflıyor; yerel kültürler bütünlüklerini yitirerek
yozlaşıyor; ekonomik, sosyal ve politik istikrar bozuluyor. Ulus devletini
koruyamayan ülkelerde: Gümrük denetimleri zayıflatılıyor, siyasal otoriteler
güçsüzleştiriliyor, ülkeler borçlandırılıyor, dış alım satım dengeleri
bozuluyor; alt kimlikler bağımsızlığa özendiriliyor; devlet yapıları
küçültülüyor; ulusal irade zayıflatılıyor; özelleştirme ve yerelleştirme
hızlandırılıyor.
Küresel güç
konumundaki ülkelere baktığımızda durum farklı seyir izliyor. Onlar kendi ulus
devletlerini yaşatırken bölgesel güç konumundaki ulus devletleri kendilerine
engel görüyorlar. Doğu-Batı Almanya birleşmesi gerçekleştirilirken Yugoslavya,
6 cumhuriyete dönüşmüştür. AB içersinde yaşanan anayasa ve bütçe krizi
sonucunda; Almanya, Fransa, İngiltere, İspanya, İtalya gibi ülkelerin ulus
devletten vazgeçmeyeceklerini işaret ediyor.
Küreselleşmenin
olumsuzluklarına karşı uygun önlemler alınması gerekir, kendi haline
bırakılamaz. Küreselleşmenin getirilerinden yararlanmak, götürülerine karşı
güvenceye sahip olmak, Atatürkçü düşünceye dayalı ulus devlet ile mümkündür.
Çünkü ulus devlet, küreselleşmenin getirilerinden yararlanmak, götürülerini
sınırlamak için görünen tek ve en güçlü yoldur. [24]
Stratejik Teoriler
20 yüzyıl içersinde bazı temel jeopolitik teoriler
geliştirilerek ülkelerin temel stratejisini oluşturmuştur. Deniz Hâkimiyet Teorisi (ABD'li Amiral MAHAN) Kara Hâkimiyet Teorisi (İngiliz Prof. MACKINDER), Kenar Kuşak Teorisi (ABD'li Prof. SPYKMAN), Hava Hâkimiyet Teorisi ile Günümüzde uzay jeopolitiği de
gündeme getirilmektedir. Bunların çoğu günümüzde geçerliliğini yitirmiş olup
günümüz yaklaşımına ise soğuk savaş sonrası yaşananlar damgasını vurur.
Soğuk savaş sonrası
dönemde yeni dünya düzeni sloganı çerçevesinde yaygınlaşan yeni teoriler hâkim
siyası güçlere kamuoyu oluşturma ve meşruiyet kazanma doğrultusunda önemli
hizmetler sunmuşlardır. En çarpıcı misalini Fukuyama'nın “Tarihin Sonu”[25]
tezinde gördüğümüz bu ilişki türünün son örneği Huntington'ın “Medeniyetlerin çatışması”[26] tezidir.
Davutoğlu’na göre;
muhteva açısından birbiriyle çelişen bu iki tez zamanlama ve ABD dış
politikasının teorik zeminini oluşturmak bakımından ciddî benzerlikler arz
etmektedir. Bosna'da yaşanan insanlık dramı tarihin değil bu hülyalı dönemin
sonu oldu. Böyle bir gelişme Fukuyama'nın oluşturduğu çerçeveyi geçersiz
kılıyordu. Bu dengesizlik ve çarpıklıkların örtbas edilmesi için yeni teorik
çerçeveler ve bu teorik çerçevelerin öngördüğü yeni suçlular ve düşmanlar
gerekiyordu. Bu noktada Huntington bu tezi ile Fukuyama'nın yarım bıraktığı
resmi tamamlıyor. Oluşturduğu evrensel değerler ve demokratik sistemle
insanoğlunun nihaî hedefini gerçekleştiren batı medeniyeti (Fukuyama) ve detaydaki
bunalımların çıkmasına sebep olan yerel kültür ve medeniyet çatışmaları olarak
niteliyor(Huntington). [27]
Bu tezlerden sonra
Brzezinski’nin kaleme almış olduğu “Büyük Satranç Tahtası”[28] adlı
kitap soğuk savaş sonrası ABD’nin jeostratejisini tanımlayarak Avrasya’ya
egemen olmak suretiyle küresel egemenliği sağlamayı esas almıştır.[29] Bu
kitap ve teorilerin ardından yaşanan 11 Eylül 2001 ikiz kuleler saldırısı
sonrası ABD öncülüğünde gerçekleştirilen Afganistan ve Irak operasyonları;
ABD’nin Kuzey Afrika’dan başlayarak Avrasya’yı da içine alan ‘Büyük yada
Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ soğuk savaş sonrası bu bölgenin kontrol altına
alınması şeklinde değerlendirilmektedir.
5.
Türkiye’nin Bölgesel Güç Olarak Değerlendirilmesi
Genel
Küreselleşme ve güç
kavramları ile Türkiye’nin iç dinamikleri, dış dinamikleri, jeopolitik
yapısı, güç dengeleri irdelenmesi sonucu
bölgede bir güç olma yanında bölgesel güç olduğumuz aşikardır. Bu konuda diğer
ülkelerin, siyasilerin, uzmanların, diplomatların ortak bakış açıları da bu
yöndedir.
Türkiye olarak zor
bir coğrafyada yaşamanın avantajlarından daha çok dezavantajlarını yaşar
durumdayız. Bölgesel güç olmamızın getirmiş olduğu sorumluluk milli güç
unsurlarını da kapsayacak şekilde etkin bir konuma kavuşması bizi merkeze
yaklaştıracak bir üst lig olan küresel ligin aktörleri arasına getirecektir.
Bölgesel güçten merkeze merkezden de Küresel aktör olmamız için ülkelerin
değişmezleri zaman ve mekan olarak algılanmaktadır Bunun için Türkiye’nin
önemini biraz daha geniş yelpazede ele almalıyız.
Tarihsel Derinlik
Türkiye, tarihsel
süreç içerisinde dünyanın 3 kıtasını dize getirmiş, sayısız uygarlıklar
yaratmış, eski bir küresel güç olarak 600 yıllık bir geçmişe sahiptir. 19.
yüzyıl başlarındaki sanayileşme ve teknolojik gelişmelere uzak kalmış, 1.Dünya
savaşı sonrası Mondros ve Sevr uzantısı anlaşmalarla paylaşımı büyük önder
Atatürk’ün önderliğinde vermiş oldukları, Ulusal Kurtuluş Savaşı ile yırtarak
yeni bağımsız bir devlet olan Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır.
Türkiye, kuruluşunda
önderi Atatürk’ün çizmiş olduğu “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” prensibi ile
izlediği tarafsızlık politikasına, II. Dünya Savaşı sonunda karşılaştığı Sovyet
tehdidi sonrası oluşan iki kutuplu dünyada NATO üyesi olarak son vermek zorunda
kaldı. Bir nevi iki kutuplu dünya arasında tampon görevi gördü. Sovyetlerin
dağılmasından sonra oluşan tek kutuplu dünyada, jeostratejik durumu ile Avrupa,
Asya ve Afrika arasında bölgesel güç olarak ABD ve Avrupa'nın güvenliği
açısından önemini daha da arttırmıştır. Doğu bloğunun dağılması bağımsız yeni
devletleri ortaya çıkarırken, Türkiye’nin tarihi derinliğini de gündeme
getirmiştir. Türkiye’nin yakın havzasında bulunan bu devletlerle etnik ve
dinsel açıdan kültürel bağları vardır.
Ancak Türkiye; soğuk
savaş öncesi ve sonrası boğuşmuş olduğu sorunlardan (ekonomik krizler, siyasi istikrarsızlıklar,
terör ve iç tehditler yanında dışarıdan da Kıbrıs, Ege, Ermeni, Ekümenlik gibi
dış tehdit ve sorunlar) sıyrılarak tarihsel derinliğinde olan Küresel gücüne
ulaşamamıştır. Bu ülkelerle yapılan bölgesel birliktelikler ise dünya ve bölge
ölçeğinde beklenen sonuçlar vermemiştir.
Jeopolitik Boyut
Kafkaslardan,
Karadeniz’e Orta Asya’ya, Balkanlar’dan Akdeniz’e ve Orta Doğu’ya uzanan
coğrafi yapı, soğuk savaş sonrasının; güçler çekişmesinin ve sınanmasının,
soğuk savaş kurumları ve davranışlarının meşrulaştırma çabalarının ve
küresel-bölgesel güç konumlarının uygulama alanları olarak belirginleşiyor.
Özellikle enerji bağlamında söz konusu bölgeler birbiriyle eklemlenmiş, bütüncül
bir atmosferi yansıtıyor. Bu durum soğuk savaş sonrasının yeni jeopolitik
ortamının temel görüntüsünü yansıtıyor. Türkiye bu görüntünün ana
unsurlarındandır ve bu görüntü Türkiye’nin soğuk savaş sonrasına ilişkin yeni
rol ve kimlik tanımının ana kaynağıdır. Bu rol ve kimlik Türkiye’nin;[30] çok seçenekli, etkileyen, üretici, yaratıcı, aktif bir
bölgesel güç, ulusal savunma sanayisi olan, dışa açılan, geleceği tasarlayan
merkez bir ülke olmasını koşullandırıyor.
Bir başka açıdan
bakacak olursak; Türkiye doğu-batı, kuzey-güney
ekseninde hem enerji koridoru hem de haberleşme ağının geçiş noktasında
bulunuyor. Üçüncü önemli konumu ise enerji kaynaklarının dünyaya aktarılan
limanı konumunda olmasıdır.
Coğrafi konumun
değişmezliği yanında Türkiye’nin jeopolitik konumu çeşitli iç ve dış etkenlerle
değişebilmektedir. Türkiye farklı jeopolitik bölgelerin sınırında yer
almaktadır. Bu anlamda Asya ile Avrupa’nın, Doğu ile Batı kültürünün, İslamiyet
ile Hıristiyanlığın, tek partili sistemlerle çok partili sistemlerin, serbest
pazar ekonomisiyle kontrollü ve devletçi ekonomilerin sınırındadır. [31]
Böylece Türkiye, jeopolitik konumunun avantajını kullanarak
çevresindeki politikaları da yönlendirebilen bir bölgesel güç olarak, küresel
güçler açısından da vazgeçilmez olacaktır.
Güvenlik
ve Dış Politika Boyutu
Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle
birlikte, askeri tehdit yerini; terörizm, kitle imha silahlarının
yaygınlaşması, yasa dışı göçler, teknolojik tehditler gibi çok yönlü riskler ve
asimetrik tehditler almıştır. 11 Eylül 2001 New York-ikiz kuleler, 15/20 Kasım 2003 İstanbul-sinagog,11 Mart 2004 Madrid-tren istasyonu, 03 Eylül 2004 Kuzey Osetya-okul, 07Temmuz
2005 Londra- metro baskını; bize terörizmin küreselleşme ile yeni bir boyut kazanarak artış
gösterdiğidir.
Bulunmuş olduğumuz
coğrafyanın avantajları yanında dezavantajları da var. Ülke olarak dış politik
gücümüzü zayıflatan sorunlarımıza Genelkurmay
Başkanı aşağıya yansıdığı şekilde dikkat çekiyor:
“Türkiye Cumhuriyeti,
1923'ten bu yana bu kadar büyük risk, tehdit ve sıkıntılarla karşı karşıya
kalmadı. Hududumuzda Irak sorunu var. Bu, komşuların, bölgenin ve ABD'nin
sorunu. Irak sorunu, tek bir parça sorun değil. Irak'ın kuzeyi ayrı sorundur,
bütünü ayrı sorundur. Bu bir gerçektir. Bugün Irak, bölünme tehlikesiyle karşı
karşıyadır. Bunu kimse inkar edemez. Irak'ın kuzeyinde bir terör örgütü var.
Bu, Türkiye'nin sorunudur, bölgenin sorunudur. Türkiye'nin Kıbrıs ile ilgili
sorunu var. Kafkaslar potansiyel bir risk bölgesidir. Yarın ne olacağını
bilmiyoruz. Diğeri, Türkiye'nin İran ile sınırı vardır. Orası da potansiyel bir
risk bölgesidir. Türkiye bu kadar sorunla Cumhuriyet tarihi boyunca karşı
karşıya kalmamıştır. Biz bu sorunlar varken, bu sorunları tek başımıza mı
çözeceğiz yoksa uluslararası ilişkilerle mi çözeceğiz? Bu çok boyutlu bir
durum. Türkiye'nin şu anda karşı karşıya bulunduğu sorunlar, maalesef kendi
aralarında dokusal bir ilişki içindedir. Kuzey Irak ile Türkiye'deki terör
sorunu, Irak'ın bütünlüğü konuları birbirinden ayrı değil. Çözerken Türkiye'nin
ileriye doğru tutarlı ve sağlıklı politika uygulaması kaçınılmazdır.” [32]
Stratejik Planlama / Türkiye’nin Gelecek Yönetimi
Strateji kelimesi,
Latice “Stratos” kelimesinden türetilmiş olup, temel olarak yol yada hedefe
doğru adımlar bütünü olarak anlaşılmaktadır. Bu kavramı ülkemizde kullanmış,
anlamlandırmış kurum olarak Türk Silahlı Kuvvetlerini göstermek mümkündür.
Tarihsel gelişim içersinde Çin’den dünya medeniyetlerine kazandırılan bir
kavramdır. Strateji, orduların karargah kültürünün temel enstrümanlarından
olduğu literatürde geçmektedir.
Türkiye’de soğuk
savaş sonrası siyasi istikrarsızlıklar dış politikaya yansımış, iniş-çıkışlar
yaşanmıştır. Dış politika alanında kısa, orta, uzun vadeli stratejilerin
planlanması ekonomideki ar-ge çalışmaları kadar önemlidir. Türkiye’nin kendi
teorilerini üretecek, beyin fırtınası yapacak uzmanlara, kuruluşlara ihtiyacı
vardır. Türkiye kendi teorilerini üretme konusunda yetersiz kalmış, dış
dünyanın üretmiş olduğu teoriler çerçevesinde odaklanmıştır. 2000’li yıllarda
sevindirici gelişmeler yaşanmış, Üniversiteler, düşünce kuruluşları
akademisyenler, uzmanlar nezdinde stratejik araştırma merkezleri stratejik
planlama konusunda aşama kaydetmişlerdir. 01.01.2006 itibariyle -geç de olsa-
kamudaki APK daireleri Strateji Geliştirme Başkanlıklarına dönüştürülerek
kurumlarda gelecek yönetimi ile mali kontrol konusunda temel çağdaş yapı
sağlanmıştır. Bu noktada,Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurumsal bir yapıya
kavuşarak bu konuda kamu kurumlarına öncülük etmesi yadsınamaz
Böylelikle Türkiye
Cumhuriyetinde başlayan 1960 yılındaki planlı kalkınma öngörüsü tüm bileşenleri
ile tekmil bir yapı olarak oluşturulmuş. Sürekli gelişimin ve kurumsal
kültürleri oluşturmanın gereği sağlanmıştır. Türkiye’nin kendi bölgesinde,
kendi dış politikası ile ilgili olarak stratejik planlar yapması, gelişen
şartlar doğrultusunda yenilemesi etkin bir bölgesel güç olması için
zorunluluktur.
Aslında ülkemizde
hükümetlerin AB, BOP gibi diğer stratejik konularda alacakları kararlarda da
riayet etmeleri gereken bu husus, büyük
önder Atatürk tarafından yıllar önce aşağıdaki sözlerle vurgulanmıştır (1924):
“Durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın
emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım düşünceler
belirdi. Oysa hangi bağımsız ülke vardır ki, yabancıların öğütleriyle,
yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir olay
kaydetmemiştir.”
Sonuç / Değerlendirme
Türkiye, soğuk savaş
sonrası küresel ve bölgesel güçlerin yakalamış olduğu ivmenin aksine 1991
Körfez, 1999 deprem, 1995 ve 2001 ekonomik krizlerinin sıkıntılarını henüz
atlatmış değildir. Diğer yandan küreselleşmenin olumsuz etkilerinden ulus
devlet olarak en az zararla sıyrılabilmesi için mili güç unsurlarının zayıf
halkaları olan ekonomisini, bilim ve
teknolojisini güçlendirmek suretiyle bekasını sürdürebilmek için jeopolitik
konumu nedeniylede bölgesinde etkin bir güç olmak zorundadır.
Türkiye’nin küresel
ve bölgesel güç bağlamında, güç kavramının tanım ve kriterleri doğrultusunda
bölgesel bir güç olduğu aşikardır. Ancak bu güç olgusunun sınırları
belirsizdir. Etkin bir bölgesel güç olmak için dışarıdan az etkilenen, dışarıyı
çok etkileyen; yönlendirilen değil yönlendiren bir bölgesel güç olmamız için
zayıf halkalarımızı güçlendirmemiz gerekmektedir.
Sosyo-kültürel açıdan
toplumun çimentosu konumunda olan etnik ve dini değerlerin günlük siyasetten
uzakta -siyaset üstü- tutularak, kuruluşundaki bir diğer çimento olan laiklik
yapısından taviz vermeyerek, çağdaş bakış açısı ve analitik düşünce
geliştirilmelidir.
Siyasi istikrarsızlık
toplumun bilinç düzeyi ile eşdeğer bir seyir izler. Her açıdan nitelikli insan
eğitimine ağırlık verilmeli, Yurttaşımız önemsendiğini, kendisine güven
duyulduğunu hissetmelidir. Hukuk ve demokrasimizi ne kadar güçlü kılarsak
istikrarı daha çok yakalamış oluruz. İçeride birlik beraberliği, huzuru
yakaladığımız an güçlü bir şekilde dışarıda, dış politikada statik yapıdan
dinamik yapıya geçmiş oluruz.
Askeri açıdan savunma
sanayimizi güçlendirmeli, Teknoloji alanında da bilim adamı ve ar-ge çalışmalarına daha fazla
kaynak aktararak diğer güç unsurlarına etki edecek kuvvet çarpanı elde
etmeliyiz. Hatay’ın anavatana katılması, Kıbrıs Barış Harekatı, bölücü
terör örgütü başının Suriye’den çıkarılması bizlere, ulusal çıkarlarımız
konusunda güçlü ve kararlı olduğumuzda elde edilen getirilerle yakın
tarihimizden örneklerdir.
Sonuç olarak; Türkiye tarihi derinliğini yeni jeopolitik konumuyla
örtüştürüp, İç dinamiklerini
geliştirerek, dış dinamiklerle milli menfaatleri doğrultusunda -Atatürk
ilke ve devrimleri ışığında üniter
devlet yapısını koruyarak- strateji
geliştirip küresel güç olmanın mücadelesine bugünden hazırlanmalı, hedef
büyütmelidir. Kısa vadede bölgesel gücünü güçlendirmeli, orta vadede küresel
aktör, uzun vadede ise küresel güç olmak için maratona hemen başlamalıdır. (2007)
KAYNAKÇA
|
:
|
|
ARIBOĞAN, Deniz Ü.
|
:
|
”Küreselleştirme ve Küreselcilik” adlı makale.
|
ARIBOĞAN, Deniz Ü.
|
:
|
“Globalleşme Senaryosunun Aktörleri Uluslararası
İlişkilerde Güç
Mücadelesi” adlı makale.
|
BOZDAĞLIOĞLU,
Yücel.-
ÖZEN Çınar
|
:
|
“Liberalizmden
Neoliberalizme Güç Olgusu”, Uluslararası
İlişkiler
Dergisi, Cilt 1, Sayı: 4
|
BOZKURT, Veysel
|
:
|
“Küreselleşme, Kavram, Gelişim ve
Yaklaşımlar”
Küreselleşmenin İnsani Yüzü (Der: Veysel Bozkurt), Alfa Yayınları,
İstanbul- 2000
|
BÜYÜKANIT, Yaşar
|
:
|
”Türkiye Demokratik, Laik, Sosyal ve Üniter Bir Devlettir” ABD ziyareti ziyareti
konuşması.
|
DAVUTOĞLU, Ahmet
|
:
|
“Stratejik
Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu”, Küre Yayınları,
İstanbul-2001
|
DAVUTOĞLU, Ahmet
|
:
|
“Küreselleşme ve AB
-Türkiye İlişkileri Çerçevesinde Ulusal
Egemenliğin
Geleceği” Konulu Sempozyum.
|
DAVUTOĞLU, Ahmet
|
:
|
“Fukuyama'dan Huntington'a Bir Bunalımı Örtme Çabası ve Siyası
Teorinin Pragmatik Kullanımı”
adlı makale. İzlenim, Ekim 1993,
Sayı: 10
|
DENK,
Nevzat
|
:
|
“Geçmişten Günümüze
Dünyada Güç Merkezleri“ adlı makale.
Jeopolitik Dergisi, sayı:1
|
ESLEN, Nejat
|
:
|
“Küresel Hamleler
Anahtar Stratejiler”, Tekağaç kitap, Ankara-2005
|
HACISALİHOĞLU,
İ.
Yaşar
|
:
|
“Jeopolitik
Doğarken”, adlı makale.
|
İLHAN, Suat
|
:
|
“Küreselleşmenin Siyasi Boyutu; Ulus Devlet,
Kemalizm” adlı makale.
|
KANTARCI, Vahdettin
|
:
|
“Milli Güvenlik “
konulu konferans.
|
KARAKURT, Oktay
|
:
|
(2002),
“Türkiye’nin jeopolitik ve Coğrafi Konumundan
Kaynaklanan Güç
Unsurları”, Türk Dünyası Araştırmaları 138: 89-100
|
KARLUK, Rıdvan
|
:
|
“Avrupa Birliği ve Türkiye”, Anadolu Üniversitesi
Basımevi,
Eskişehir 1996, 4.baskı
|
KONGAR, Emre
|
:
|
“Türkiye'nin Önemi”
adlı makale.
|
MANİSALI, Erol
|
:
|
“Dünyada neler
oluyor? Türkiye ve Küreselleşme”,
Derin yayınları,
İstanbul-2002
|
ŞENKAL, Abdulkadir
|
:
|
“Küreselleşme,
Sosyal Politikanın Dönüşümü ve Sivil Toplum
Örgütleri” adlı
makale.
|
:
|
Türkiye İstatistik
Kurumu, www.tuik.gov.tr
|
|
:
|
Vikipedi, özgür
ansiklopedi, http://tr.wikipedia.org
|
[1] ŞENKAL,Abdulkadir,
“Küreselleşme, Sosyal Politikanın Dönüşümü ve Sivil Toplum Örgütleri”,
www.sosyalsiyaset.com, erişim-14.04.2007
[2] Küreselleşmeyi ortaya
çıkaran faktörler konusunda Bknz, Veysel Bozkurt, “KÜRESELLEŞME, Kavram,
Gelişim ve Yaklaşımlar” Küreselleşmenin İnsani Yüzü (Der: Veysel
Bozkurt), Alfa Yayınları, İstanbul 2000, s.30.
[3] MANİSALI Erol,
“Dünyada neler oluyor? Türkiye ve Küreselleşme”, Derin yayınları,
İstanbul–2002, s.44 (Liberalizmin öncüsü Adam Smith 18. yüzyılda Milletlerin
Zenginliği eserini yazdığında dünyaya küresel bakmış, ekonomik hayatın evrenin
ve yerkürenin akış ve işleyişindeki gibi doğallıkta bir düzen içersinde
işleyeceğini savunmuştu.)
[4] ARIBOĞAN Deniz Ü. .,”Küreselleştirme ve Küreselcilik” adlı makale. www.turkab.net
[5] KARLUK, Rıdvan, “Avrupa
Birliği ve Türkiye”, Anadolu Üniversitesi Basımevi, Eskişehir 1996,4.baskı, s.
22 / 25
[6] KARLUK, Rıdvan, age.,
s. 34, 35
[7] BOZDAĞLIOĞLU Y.- ÖZEN
Ç., “Liberalizmden Neoliberalizme Güç Olgusu”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 1, Sayı 4
[8] Uluslararası
ilişkiler disiplininde sıkça kullanılan kavramlardan birisi de
"aktör" sözcüğüdür.
[9] ARIBOĞAN Deniz Ü.”Globalleşme Senaryosunun Aktörleri Uluslararası İlişkilerde Güç
Mücadelesi”, www.turkab.net
[10] Vikipedi, özgür
ansiklopedi, http://tr.wikipedia.org
[11] DAVUTOĞLU Ahmet, “Stratejik Derinlik:
Türkiye’nin uluslar arası konumu”, Küre Yayınları, İstanbul-2001, s.17
[12] DENK Nevzat, “Geçmişten Günümüze Dünyada Güç Merkezleri “
adlı makale. Jeopolitik dergisi, sayı-1 (Bkz. ATTALİ, J. 21. Yüzyıl Sözlüğü,
Paris)
[13] G–7’ler (ABD,
Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, Kanada, İtalya) + Rusya’nın (2002)
katılımı ile günümüzde G-8 olarak adlandırılmıştır.
[14] DAVUTOĞLU Ahmet, age., s.16
[15] ABD Başkanı George W.
Bush, 20 Ocak 2004 tarihinde kongrede yaptığı 'Birliğin Durumu' konuşması ile
'Büyük Ortadoğu' projesi için ABD'nin bölgede ileri bir özgürlük projesi
başlattığını ifade ederek bölgenin özgürleştirileceğinden söz etmesinin
ardından ABD yetkilileri, Türkiye'nin bu projede 'kilit ülke', 'cephe ülke'
daha sonra inkâr edilse bile 'ılımlı İslam' kimliği ile 'model ülke' olacağını
açıkladılar.
[17] Türkiye İstatistik
Kurumu, www.tuik.gov.tr
[18] KANTARCI Vahdettin,
“Milli Güvenlik “ konulu konferansı, 27. 02. 2007, MGA 62. dönem
[20] 1994 yılında GATT’ın
yerini Dünya Ticaret Örgütü (WTO)
almıştır.
[21] DAVUTOĞLU Ahmet,
“Küreselleşme ve AB -Türkiye İlişkileri Çerçevesinde Ulusal Egemenliğin
Geleceği” Konulu Sempozyum, 26.04.2003 www.haberler.com 26 Nisan 2003
[22] BM Çokuluslular
Merkezi'ne göre, 1970'te dünyada 7000 çokuluslu şirket vardı ve yarıdan fazlası
Amerika ile İngiltere kökenliydi. Öte yandan, bu sayı 1990'ların başında
35.000'e ulaşırken, ABD, Japonya, Almanya ve İsviçre kökenlilerin tümü, bunun
yarısından azını oluşturuyorlardı. Kabaca hesaplanırsa, günümüzde dünyanın en
büyük 300 endüstri şirketi 20 trilyon dolarlık üretken aktif portföyünün %
25'ini kontrol etmektedir.
[23] ARIBOĞAN Deniz Ü.,”Küreselleştirme ve Küreselcilik” adlı makale, www.turkab.net
[24] İLHAN Suat,
“Küreselleşmenin Siyasi Boyutu; Ulus Devlet, Kemalizm” adlı makale
[25] FUKUYAMA F.(1989);
“İnsanoğlunun tarih boyu süren arayışı batı liberal demokrasisinin getirdiği
değerlerle nihaî mükemmeliyete ulaştığından, artık bütün alternatif değer
sistemleri ve medeniyet yapıları tarihin bu son evresinde batı medeniyetinin
üstün değerlerine boyun eğmek zorundadır.” Bu yaklaşım ‘Yeni Dünya Düzeni’
fikrinin entelektüel zeminini oluşturdu.
[26] HUNTİNGTON S. (1993);
“Başta İslam ve onu takiben Konfüçyanizm olmak üzere diğer bütün kültür ve
medeniyetler, çıkan siyasi huzursuzluk ve bunalımların kaynağı ve sorumlusu
olarak” takdim ediliyor.
[27] DAVUTOĞLU Ahmet, “Fukuyama'dan
Huntington'a Bir Bunalımı Örtme Çabası ve Siyası Teorinin Pragmatik Kullanımı”
adlı makale. İzlenim, Ekim 1993, Sayı: 10, www.karakutu.com
[28]
BRZEZİNSKİ,
Z.(1997); “Avrasya; dünya tarihini yazan coğrafyadır. Eski ve yeni
medeniyetlerin büyük bir kısmına beşiklik etmiş, dünya nüfusunun yaklaşık %
75’ine sahiptir. Ve dünya karalarının yaklaşık % 37’sini oluşturmakta, dünya
gayri safi üretiminin % 60’ına, bilinen dünya enerji kaynaklarının 4/3’üne,
ABD’den sonra dünyanın 6 büyük ekonomisine sahiptir. Dünyanın 6 büyük silah
alıcısı ile ABD hariç dünyanın bilinen ve gizli bütün nükleer güçleri Avrasya’da
bulunmaktadır.”
[29] ESLEN
Nejat, “Küresel Hamleler anahtar Stratejiler”, Tekağaç kitap, Ankara–2005
s.20–21
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder