24 Haziran 2020 Çarşamba

KARASU ÜZERİNE NOTLAR…


Karasu Üzerine Notlar…

Geçmişten Geleceğe İzdüşümler 
Sakarya ilinin kendi adıyla bütünleşen nehrinin Karadeniz’e döküldü ağızda/bölgede yer alan Karasu ilçesi, 1975’li yıllarda kendi halinde bir sahil kasabası iken tarım ağırlıklı bir yaşam çerçevesinde, küçük esnaf dışında tamamen toprağa bağlı bir ekonomik yapıya sahipti. İlçe yıllar öncesi Kafkas ve Balkan ağırlıklı göç almış, sonrasında da –toprak yeterli gelmeyip ve de artan nüfusu besleyemeyince- kısmi olarak göç vermeye başlamış; çareyi gurbete gitmekte aramış. Birinci kuşak Avrupa’ya, ikinci kuşak ise Adapazarı-İzmit-Bursa-İstanbul gibi diğer illere, sanayi bölgesine çalışmaya gitmiştir.
Fındık dışında buğday, mısır, sebze, meyve gibi üretilen ürünler halkın kendi ihtiyaçlarını karşılarken fındık ise ticari bir meta olarak ekonomik getirisi/katkısı olan bir ürün olarak ilçenin olmazsa olmazıydı. Ailenin geçiminden tutunda çocukların okuması, evlendirilmeleri, sermaye edinmeleri, ev yapmaları, araba almaları gibi her şeye deva olurken; aileler, adeta fındık ile geleceklerini şekillendirirlerdi!
Bu güzelim ilçenin insanları mazbut bir yaşam sürerken denize yakın araziler tarım alanı olarak kullanılır, bölgenin yeşilliği ile denizin mavisi birbirini tamamlardı. İlk olarak 1976 yılında sahil yolu ile bir sınır çizildi. Derken sahil yolu ile deniz arasında kalan araziler betonlaştı. Toplumu birdenbire “deniz kültürü” sarıverdi. Plajdan Küçükboğaz’a kadar aralıksız yazlık konutlar çok katlı binalar şeklinde -izin verilmemesi gerekirken- mantar gibi türedi.
Tarım da üretim azalırken, turizm can simidi olarak ortaya çıkmış ve sahil adeta yağmalanarak o güzelim tarım alanları, beton yığını haline geliverdi. Sonrasında deniz bitti! Mevsimi bir ay gibi kısa olan bir bölgede yapılan konutlar istenilen cazibeyi sağlayamadı. Turizm bacasız fabrika, ancak ilçenin coğrafi konumu, iklim durumu çok getirimli değil. Olsa olsa en çok yakın bölgeyi denize çekebilir, alternatif olabilirsin; Ege ve Akdeniz’le yarışamazsın!
Tabiî ki turizm denilince sadece deniz olgusu anlaşılmamalı. Yayla, göl, nehir turizmi akla gelebilir. Yeşil alanlar; gezi alanları, mesire yerleri olarak cazibe oluşturabilir. Sakarya Nehri, Küçükboğaz Gölü ve çevresinin; Muğla-Dalyan-Köyceğiz gibi denize açılan yapısıyla tekne gezintisi, su sporları, balık çiftlikleri gibi değerlendirilebilir. Maden deresi ve çevresi keza aynı şekilde değerlendirilebilir. Orada I. Dünya Savaşından kalanlar; tüneller, raylar, baraj bölgeye bir otantik özellik kazandırabilir. Tabiî ki doğallığı, ekolojik yapıyı bozmadan, betonlaşmadan, -liman-tersane yerindeki/yapımındaki hataya düşülmeden, mahmuzlara/dalgakıranlara başvurmadan- bunların iyice etüd edilmesi gerekmektedir.
Gelelim ilçenin kabuğunu kırmasına, makûs talihini tersine çevirmesine… Günümüzde tarım da turizm de işgücü olarak istihdam oluşturacak bir umut vaat etmemekte; Her ikisi de mevsimlik işler olduğundan kalıcılığı, sürekliliği bulunmamaktadır. İş kala kala sanayiye kalmaktadır. Bunun için liman, tersane ardından da serbest bölge bir umut olmuştur.
Sanayi ve yatırımın gelmesi kara-deniz-demiryolu bağlantıları şeklinde ulaşım ağının geliştirilmesini gerekli kılmış; ilk etapta Karasu-Adapazarı yolu bölünmüş yol olarak hem zamanı kısaltmış hem de ulaşımı rahatlatmış ve 1,5 saatte alınan yol yarım saate düşmüştür. Diğer taraftan 1975 yılından bu yana sahil yolu projesi İstanbul’u Karasu üzerinden Karadeniz’e bağlamayı (Şile-Kandıra-Kaynarca-Karasu-Kocaali-Akçakoca-Alaplı-Ereğli-Zonguldak) öngördüyse de bu beklenti çok ama çok ağır kalmıştır. 2011 yılı içerisinde projenin yeniden canlandırılarak (bu proje bağlamındaki üçüncü boğaz köprüsünün güzergâhı, Karasu-İstanbul arasındaki mesafeyi 110 km’ye indirecektir) sahil yolunun yeni ihalesinin yapılıp/altyapının başlaması yeni bir umut doğururken; ardından demiryolu (Adapazarı-Karasu-Bartın arası) projesi de ayrı bir katkı sağlayacaktır. Karasu 2000’li yıllar öncesine göre kapalı kutu olmaktan çıkmış, yeniden göç almaya başlamış, her ne kadar çirkin yapılaşmalar hakim olsa da konut sektörü yeniden hareketlenmiştir.
Sonuçta; Karasu’nun akil adamları, girişimcileri, esnafı, siyasetçileri, kamu yöneticileri ve sivil toplum kuruluşları hep birlikte bu ilçeyi canlı/cazip kılmak için el ele vererek, proje üreterek -ilçe için oluşturulacak stratejik bir plan/bir yol haritası çerçevesinde- kamu yatırımları ve alt yapısı desteğinde, yerli-yabancı özel sektörü/yatırımı bu bölgeye getirmek durumundadırlar.
Saygı, sevgi ve selamlarımla… Mayıs /2013
Remzi KOÇÖZ

21 Haziran 2020 Pazar

BABA



‘Adamlıktır Babalık! Adam Olan Tüm Babalara…’
Zor zanaattır ‘Baba’lık.
Belki de yaradılış gereği,
-Ailesinin/çocuklarının önünde/yanında-
Hep dik duracak,
Hiç eğilmeyecek,
Üzülmeyecek,
-Mertliğine mert olsa da sert görünecek-
Hele hele hiç ağlamayacak/gözyaşı dökmeyecektir.
Zorlukları aşmak,
Çözüm oluşturmak için,
Hep içine akıtacak,
Onur/gurur meselesi yapacaktır.
Baba zirvedir dağdır, Yeri gelir ulaşılmazdır.
Herşeyden en son onun haberi olsa da,
Yiğitliği elden bırakmayıp,
Bunu bir kaderin cilvesi olarak algılayacaktır.
Çocuklarını uzaktan/uyurken,
İçinden/yüreğinden sevecek,
-Sevgisini dışarı yansıtmayacak-
Şımarırlar diye aferin diyemeyecek,
Öyle görünecektir.
-Adettir/gelenektir/görenektir-
Öyle görmüştür çünkü;
Atasından/babasından/çevresinden,
Doğanın kanunu gibi!
Duygularını uzaktan paylaşacak,
Bazen mesajlarla, bazen de mektuplarla,
Uzun uzadıya devrik cümlelerle,
Başkalarından örneklerle bezeyip, 
Aslında yüreğinden geçenleri iletecektir.
Çocuklar büyüyüp yuvadan uçsa da,
Meslek sahibi olsa da,
-Gizliden gizliye-
Gözetim/denetim devam edecek,
Yanlış yapmaları halinde,
-Gözü üzerlerinde-
Hemen yanıbaşında bitecektir.
Çocuklarından esirgediği sevgiyi,
Sonraki nesile/torunlarına saklayacak,
Her daim ciddiyetini koruyacaktır.
Tıpkı yuvasını yükseklere yapan kartallar gibi,
-Sürüngenlerden/haşarattan kollayan-
Ailesinin her daim koruyucusu olacaktır.
En zor olanı/en acısı/yüreğini korlayanı;
Kendini toprağa verecek olan,
Kendinden sonraki neslini/çocuklarını,
Toprağa vermek olacaktır.
En büyük mirası ise;
Mal-mülkten öte,
Okutup/meslek iş sahibi yapıp,
Koluna altın bilezik takmakla birlikte,
Atadan onur olarak devraldığı,
Soyadını bırakırken,
Ona halel getirmeyin,
Başka bir şey istemem şeklinde,
Vasiyeti olacaktır.
(Karasu / 20. 06. 2020)
Remzi KOÇÖZ


14 Haziran 2020 Pazar

KARANTİNA GÜN(CE)LERİ - 15



“Halkın çoğunluğu ona inansın inanmasın, hakikat değişmez.” 
(G. BRUNO)
“Dinler tarihi, insanın, tanrısal güce katılmaya ve onu beşeri amaçlar için kullanmaya yönelik girişimleriyle doludur.” (P. TİLLİCH)
“Akıl işleyecek, dindarlık insanlar arası bir değer ölçüsü olmaktan çıkarılacaktır ki kitleler Allah ile aldatma tezgahlarının maskesini düşürebilsin, arka planını görebilsin.” (Y. Nuri ÖZTÜRK)


İNANÇ VE AKIL
‘İnanç ve Akıl’;
Her ikisi de Yaradan’ın insanlara lütfu,
Yaradılıştan bu yana bu ikili,
-Birbirleri ile tarihten günümüze-
Sürekli mücadele içerisinde olmuşlar.
İkiz kardeşler de diyebiliriz.
Hani iki uçlu sihirli değnek denilir ya onun gibi!
Bir ucu inanç, diğer ucu ise akıl.
Hangi tarafına elini tutarsan diğeri altta kalmakta.
İnsanlarda ne tarafından tutarsa,
Ne taraftan bakarsa o tarafa evrilmekte.
Halbuki birbirlerine yanaşıp/uzlaşırlarsa ortak akıl,
Uzaklaştıklarında akıl üst-akıl,
İnanç ise kör-inanç olmakta.
Yaradılış sonrası insanoğlu,
Güçlü gördüğü çok çeşitli nesnelere/olgulara inanmış;
Gök/Güneş/Yıldızlar/Ateş/Su gibi doğa güçlerine,
Pagan, Şaman, Mani, Tengri, Zerdüştlük gibi binlercesi,
Hinduizm, Budizm, Taoizm, Şintoizm gibi inanışları/dinleri,
Sonrasında tek tanrılı dinler oluşunca,
Yahova/Tanrı/Allah ve yeryüzündeki elçileri/resulleri;
Davut/Musa/İsa/Muhammed.
Ve onlara indirilen/vahyedilen kitaplar;
Zebur/ Tevrat/ İncil/ Kuran.
Yüzyıllarca insanlık tanrılar uğruna inançlar için birbiriyle savaşmış,
Milyonlarca insan din savaşları adına birbirini katletmiş,
Ölenler kendilerince şehit sayılmış.
-Halbuki dinlerin özü ahlaktır, 
Dinler gibi çokça değil, o da tektir.-
Aslında, ilk savaş;
-İnsanlığın varoluşunda-
İlk insan Adem’in oğulları arasında,
Ölümle sonuçlanınca anlaşmazlık,
Habil ve Kabil kardeşlerin başlattığı bu savaş,
Sonraki nesillerde de süregitmiş.
Uzun bir zaman sonra akıl galebe çalmış,
Barış neden olmasın denmiş.
İnsanoğlunun bilinen 5000 yıllık tarihinde,
Barışla geçen süre 250 yıl kadarmış.
Aslında tek tanrılı dinler öncesi filozoflar/bilim adamları,
Aklı sorgulamayı düşünceyi ortaya koymuşlarsa da,
Üst akıl konumundaki yönetenler,
-Krallar/imparatorlar/sultanlar-
Hükümranlıklarını sürdürmek,
Sınırlarını genişletmek/ganimet elde etmek uğruna,
İnsanları savaştırmaya devam etmiş.
Yüzyıllarca inanç her daim aklın önünde yer etmiş,
Etmesine de insanlar bir türlü huzur bulamamış.
Haçlı savaşları ile 3 dinin taraftarları,
-Yahudi/Hristiyan/ Müslüman-
Kutsal topraklar uğruna birbirleri ile kıyasıya savaşmış.
Sonrasında Hristiyan dünyasında mezhepler arasında,
7 yıl, 30 yıl, 100 yıl savaşları yaşanmış.
İslam dünyasında ise mezhep savaşları halen süregelmekte.
Tabi ki ‘Türk Kurtuluş Savaşı’ gibi,
Haklı savaşlarda olagelmiş,
İşgal karşısında vatan toprakları için bağımsızlık savaşı verilmiş,
Sonrasında “yurtta sulh cihanda sulh” denmiş,
Bir sonraki dünya/paylaşım savaşında,
Diplomasiyi kullanarak ülkeyi savaşa sokmamış,
Sulh ilkesine uyulmuş,
Ölümler/acılar yaşanmamış, çocuklar öksüz bırakılmamış.
20. yy’da iki dünya savaşı/din savaşından öte,
Dünyanın paylaşımı/ekonomik çıkar savaşıdır.
21. yy’a geldiğimizde ise bölgesel savaşlarla,
Etnik/mezhep ağırlıklı devam ederken,
Virüs denilen salgın,
Tüm bu savaşlara dur diyerek ateşkes ilan etmiş.
İnsanlık şimdi karar aşamasında, yani Araf’ta..
Akıldan mı yana olsam yoksa inançtan mı diye kaygılanmakta.
Kafasına akıl yatsa inanç onu bırakmamakta ya da tersi olmakta.
İnanç mı akıl mı şeklinde yol ayrımında,
Bir yerde inançlar savaşla, akıl ise barışla özdeşleşmiş durumda.
Bugüne kadar inançlar ağır basıp savaşmayı hedef gösterirken,
Aklı öne çıkaranlar barışı nasıl yakalayabilecek,
Yoksa her ikisinin uzlaşımı ortak akıl/sağduyu yaratılabilecek mi?
Hep birlikte yaşayıp göreceğiz, salgın sonrasındaki süreçte.
(Gömeç / 14. 06. 2020)
Remzi KOÇÖZ

6 Haziran 2020 Cumartesi

KARANTİNA GÜN(LÜK)LERİ - 5




ÖLÜM DEĞİL YAŞAM KUTSANMALI!

'Tarihten günümüze insanlar; hükümranlık adına -cehaletle beslenerek- öldüler/öldürüldüler.'

Depremler, seller, heyelanlar, çığ gibi doğal afetleri kader. İş güvenliği yetersizliği/ ihmali/denetimsizliği sonucu gerçekleşen ölümleri fıtrat olarak tanımlayan bir anlayış; yönetim ihmalini adeta ölümü kutsayarak insanların acısını/hüznünü hafifletmeye çalışmaktadır.

Oysaki devlet denilen aygıtın temel görevi insanları yaşatmak hem de eskisine göre daha iyi yaşatmak için vardırlar. Onun başında da sağlık gelir. Yani her şeyin başı sağlıktır. Sonrasında tabi ki can ve mal güvenliği gelecektir.
Peki Sağlık nedir. Basit bir tanımla; İnsanların bedensel ve ruhsal sıkıntılarını aza indirgemeye, çare/derman olmaya çalışılması yanında daha kaliteli ve dingin bir yaşam sürmelerini sağlamaktır.
O zaman devletin/yönetenlerin, öncelik olarak insanların daha sağlıklı yaşamaları için politikalar geliştirmesi, planlar/programlar yapması gerekmektedir. Sağlığa gereken önemi verip ona göre bütçe ayırması, çevreden başlamak üzere tedaviye uzanan alanlarını hastanelerini ve o sektörde çalışanlarını iyi/yeterince yetiştirmek sonrasında da bugün yaşadığımız salgın gibi her türlü felakette bu ekipmanla diğer insanlarının yaşamını tehlikelerden en az zararla atlatmalarını sağlamalıdır. Bu bağlamda ülke nitelikli yetişmiş insan gücü ile önemli sayıda bilim adamına sahiptir. Bu bilim adamları eski Türkiye olarak adlandırılıp ironi yapılan dönemin eğitimi ile yetişen insanlardır. Sınav soruları verilip başkalarının hakkı yenilerek okula/işe giren insanlar değildir. Ancak gel gör ki bugünkü siyasi irade geçmişi kötüleyerek, hep bana denilen bir anlayışla; konjonktürün vermiş olduğu imkan ve güçle kendilerini dev aynasında görürken, kibir ve gurur saraylarından kurucu liderlerin eserlerini/emeklerini yok sayarak nankörlük sergilemekte hiç çekinmediler.
Salgın nedeniyle tüm dünya kendini sorgularken, Türkiye’de teğet beklentisiyle, işin hiç şakasının olmadığını öngörerek değil yaşayarak görmek durumunda kaldık. Salgının ülke içinde yayılmasında Çin, İran ve Avrupa’dan gelenlere odaklanılırken Arabistan’dan umreden gelenleri ilk etapta görmezden gelirken, karantina önlemleri çerçevesinde camilerin ibadete kapatılması noktasına geldik. Sonrasında da sosyal medya ve özgür ortamlarda akıl ve bilimin göz ardı edilmesi, hurafeleri öne çıkarıp ölümü/ölmeyi kutsiyet sayan anlayışın salgından daha tehlikeli olduğunu gün yüzüne çıkarmıştır.
Yaşanan gelişmelerle ölüme yatırım yapan bir ülke durumuna geldiğimizi gördük. Ancak salgın sonrası ibadetin evde de kendi başına yapılabileceği, Allah ile kul arasında bir aracıya gerek olmadan gerçekleştirilebileceği, ancak hastalık/ameliyat/tedavi için hastanelerin muhakkak hem de daha yaygın olması gerektiği, sağlık sektöründe çalışacak doktorundan hizmetlisine tüm elemanların sayısal açıdan daha çok olması gerektiği aşikardır.
Kişi başına düşen doktor sayısı, hemşire-eczacı verilerine göz attığımızda dünya ülkeleri arasında sonlardayız. Sonrasında “bir musibet bin nasihatten yeğdir”, sözünde olduğu gibi sayısal istatistik/karşılaştırmalar bizi gerçeği görmemize yol açtı. Bilim Kurulu çalışmalarına başlarken, kararlarına/tavsiyelerine tam uyulmasa da en azından işin ehline yani bilime havale edilmesi çözümün adresinin göstergesidir.
21.Yy’da iletişim/uzay çağında 100 yıl öncesinde uygarlık yarışında engel oluşturan ve çağın çok gerisinde kalmış tekke/medrese gibi teokratik kurumların yeniden öne çıkarılmasının akıl ve bilim bağlamında bir açıklaması yoktu. Dinin özünü kaybetmiş, ahlakı bir kenara koymuş bağnazlık ve yobazlığın ve de cehaletin gölgesinde bir toplum olmayı hak etmiyorduk.
Sonuçta;  salgından daha tehlikeli bir boyutta varolmaya devam eden cehaletle mücadele ederek,   ölümü/ölmeyi değil yaşamı/yaşamayı kutsamalıyız. Cehalete karşı da bu topraklarda ilk savaşı başlatan Büyük önder Atatürk’ün tarihe not düşen şu sözleri günümüzde daha da anlam kazanmıştır: "Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi seçin. Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir."
Saygı, sevgi ve selamlarımla...  06. 06. 2020

Remzi KOÇÖZ 

Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz