27 Mart 2022 Pazar

KARASU ÜZERİNE NOTLAR - 7

           Umut ve özlem; bugünleri/yarınları kurtarmak yanında gelecek kuşaklar adına, doğaya ve çevreye saygı olmazsa olmazımız olmalıdır.’

KARASU VE KIYI EROZYONU

Karasu, son günlerde yerelden ulusal basına ‘kıyı erozyonu’ üzerine yansıyan haberlerle gündem olur. Tabiki sosyal medya da -imar/kıyı yağmacılığı çerçevesinde- Karasu sevdalılarınca bu yaşanan gelişmelere çok öncesinden dikkat çekilir.

Karasu ilçesinde kış aylarının sert geçmesi nedeniyle sahilin 2 km’lik kesiminde kıyı erozyonu meydana geldi. Dev dalgalar son 1 ayda 20 m’lik kısımda aşınmaya neden oldu.” Yetkililerce, bu yıl çok hızlı aşınma yaşandığı ve bakanlığın inceleme başlattığı, erozyonun yıllara yayılan durum olduğu, dalgakıranların bulunduğu kesimde erozyon meydana gelmediği, yaklaşık 2 km’lik kesimde olduğu, bu alana da dalgakıranların yapılması gerektiği söylenir.

Sorumluluk konumundaki yöneticiler üzerlerine pek alınmaz. Habercilik ise toplumu aydınlatma/bilgilendirmeden öte fotoğraf alt yazısı şeklinde haber verme/yapma ötesine geçemez. Klasik habercilikte yer alması gereken 5 N 1 K sorgulama içermez. Toplumu bilgilendirme sorumluluğu -günlük siyasetin arkasına takılma/yaranma, çıkarsal ilişkiler uğruna- pas geçilirken, sadece toplumsal sorumluluk çerçevesinde -her platformda vede usanmadan- dile getirebilen (Muzaffer TATLI ve Cihan ERSÖZ ağabeyler gibi) bir avuç yürekli/yiğit insanlar olacaktır.

Denizin son 1 ayda 20 m kadar içeri girdiği, sahil bandının erozyana uğradığı aktarılıyor. Denizin karaya yönelik tecavüzü, toprak/kum erozyonu aslında son bir ayın ya da son bir yılın bir ürünü değil. Yılların ihmali sözkonusu. Ancak toplum adına hesap sorma/sorgulama olmadığı gibi yöneticiler/ilgiler tarafından da hesap verme gibi bir şey söz konusu değil. İşler Allah’a havale yada yapanın yanına kar anlayışı. “Saldım çayıra mevlam kayıra” hesabı, sorumluluk/sorgu/sual/hukuk hak getire!

(Tabiki Karasu’da güzel şeyler de oluyor. Sahil bandındaki yol/park/kaldırım/çevre düzenlemesi, ışıklandırma, kentleşme/turizm açısından ilçeye görünüm olarak güzellik katmış, bir estetik yapı kazandırmıştır. Aslında belediye hizmeti olarak olması gereken olası işler..)

Karasu 2000’li yıllar öncesi İstanbul ve çevre illerin tatil yöresi sayfiye bölgesi olarak çarpık bir yapılaşma yaşar. Karadeniz sahil çevre yolu altı -Sakarya/Yenimahalle-Küçükboğaz arası- tarım alanları imara açılarak Akdeniz/Ege benzeri 2-3 katı geçmeyen yapılaşma yerine -arazinin düzlem ve geniş olmasına rağmen- 5 katlı bitişik nizam içiçe apartmanlarla dolarak adeta betona gömülür.

Konut yapılaşması çarpık oluşunca denize/sahile ilişkin tasarruflarda çarpık olacaktır. Eskiden kum alınması olayı (kamu malının gaspı dışında) erozyon konusunda masum kalacaktır.

Sakarya nehrinin Karadeniz’e olan katkısı/yüzyılların getirisi: Altın bir kumsal. Karasu sahilindeki yaklaşık 5 km’lik geniş bir kumsal alanın güzelliği övünç kaynağı, doğanın yöreye/yörede yaşayanlara paha biçilemez bir lütfuydu. Sonuçta Karasu’nun ve ülkenin tarihsel bir zenginliğiydi.

Başka Ülkeler yada Ülkemin başka şehirleri/beldeleri bu tür doğa zenginliğini/güzelliğini yaşatmaya çalışır. Bu tür yerler bakir haliyle bırakılıp hiçbirşey yapılmasa bile bacasız fabrika olarak turizm olarak değer oluşturur. Tıpkı antik kentler gibi ören yerlerini de SİT alanı olarak korumaya çalışır, hatta biraz daha abartarak UNESCO boyutuna bile taşınır.

Yatırım/planlama açısından verimlilik/yeterlilik önemli bir kıstastır. Toplumun/kamunun çıkarları esas alınarak projelerin etüd/inceleme ve uzmanlardan oluşan bir kurul tarafından onaylanması önemlidir. En basitinden limanın bilime karşı inat eseri olarak konuşlandırılması Karasu’nun/sahilinin doğayı tahrip edecek, Tarihsel zenginliği yok edecektir.

Ataların/eski insanların deneyimleri ile doğanın dengesi ile oynanmaya gelemeyeceği aşikardır. Hadi bilime kulak vermediniz, basit bir gözlemle -kabaca göz var nizam var denilerek- limanın oraya konuşlanmasının yanlışlığı izan olarak anlaşılacaktır.

Ne diyelim, mendirek, mahmuzlar, dalgakıranlar ve oluşan kıyı erozyonu sonucu; yüzyılların mirası olan, gelecek kuşakların hakkı olan tarihsel bir zenginliği koruyamadık. Karasu sahilindeki denizin cömertliğini, bu güzelim tarihi mirası/zenginliği de heba etmeyi başardık. Doğa eninde sonunda kendinden alınanı/çalınanı geri alamasa da bunun acısını kat be kat çıkarıyor, bir bedel ödetiyor, kendi dengesini bozan insanoğlunun dengesini bozuyor.

        Toplumsal bilinç, sorumluluk, duyarlılık ve örgütlü mücadele tabiki çok önemli... Çözüm mü tabiki var: Akıl ve bilimin yeniden rehber edinilmesi vede onun ışığında yürünülmesidir.

           Saygı, sevgi ve selamlarımla…

(22 Mart 2002)

Remzi KOÇÖZ


       

       






20 Mart 2022 Pazar

KARANTİNA GÜN(CE)LERİ - 45

            Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu;

Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.

(Yahya Kemal BEYATLI)

KAR BEYAZI

Gökyüzünden süzülen,

İnce pamucuklar gibi,

-Yüksekten yükseklere yağarak-

Yeryüzüne inen,

Kristal kar taneleri,

Dağları, tepeleri,

Binaları, ağaçları,

Yeryüzünün karartısını paklayıp,

Beyaza boyayan,

Doğa mucizesi,

Toprak ve altındaki canlılığın,

Koruyucu örtüsü

Yaşamın bereketi,

Bazen yavaş aheste aheste,

Bazen lapa lapa birbiriyle yarışırcasına,

Esintiyle tipiye dönüşürken,

Göz gözü görmeyecek,

Yağdıkça üst üste birikirken,

Durdukça donarak buzlaşarak,

Zemheri soğuklar yaşanır,

Yumuşadıkça çığ olup,

Kütlelerle aşağıya inecek,

Eridikçe sel olup,

Bendini aşıp taşarak,

Doğal afet oluşturacak,

Aslında yağış her haliyle,

Canlılık ve yaşam için,

Bir su kaynağı olurken,

Bitkiler ve hayvanlar üşürken,

-Kartopu/kayak ve kardan adamla-

Oyuna/şölene çevirerek,

Karın soğukluğunu hiçe sayan,

En çok çocuklar sevinecek,

İnsanlar koşturmacalarına,

Zoraki mola verip,

Evlerinden pencereden,

Gözlerini süzerek,

Masal büyüsünde,

Zamanın durmasına,

Kendince şaşarak,

Dünyası bütünleşir,

-Doğanın gizemi-

Kar beyazıyla…

(13 Mart 2022)

Remzi KOÇÖZ

  




18 Mart 2022 Cuma

ÇANAKKALE

“TÜRKİYE'NİN ÖNSÖZÜ: ÇANAKKALE”

Türkler, I.Dünya Savaşı'nda 9 ayrı cephede mücadele verirken, Çanakkale’de 1915’de, Dünyanın en gelişmiş ve en güçlü ordularına karşı olmazı oldurup, tüm dünyayı şaşırtan ve önemli tarihsel etkileri olan bir zafer kazanırlar. Vatanı korumak/savunmak uğruna inancın, azmin ve iradenin, tekniği yengisini ispatlayan çok büyük bir destan yazarlar. İşte bu destan başlı başına gençlerin ulusal bilinç kazanmalarına yetecek niteliktedir. Bu sebeple 7’den 70’e her Türk yurttaşı, bu bölgeyi mutlaka gezmeli, görmeli, öğrenmeli ve tarihi yaşayarak yaşatmalıdır.

Çanakkale Savaşının / Zaferinin Tarihsel Etkileri

Müttefikler Çanakkale’yi hesaba katmayıp ellerini kollarını sallayarak boğazları geçeceklerine inanmışlarken hayal kırıklığı yaşarlar. Böylece, bu cephe dünya savaşının gidişatını değiştirecek sonuçlara neden olmuştur.

Dünya egemenliğine soyunan İngiltere'nin büyümesi durmuş, sömürgelerdeki gücü sarsılmıştır. İngiliz sömürgelerinde milliyet şuurunun öne çıkışını -Hindistan'daki ayaklanmaların ardından- ulusal devletlerin kuruluşu izler. Çanakkale zaferi, “güneş batmayan ülke” olarak adlandırılan İngiltere'de bir süre sonra güneşin batışını sağlar.

Çanakkale zaferi dünya siyasetindeki dengeleri, değişimleri tetikler. Rusya, Bolşevik Devrimi sonrası savaştan çekilirken, İngiltere ve Fransa savaşa daha çok güç katmak zorunda kalmışlardır. Boğazları geçip savaşın ömrünü kısaltmayı düşünenlerin planları ters tepmiş, savaşın iki yıl daha uzamasının ardından müttefiklerin kayıpları da artmıştır. Beklenen olmadığı gibi savaş, milyonlarca gencin yaşamını yitirmesine vede sakat kalmasına sebebiyet vermiştir.

Emperyalizm, I. Dünya Savaşı’nda ilk yarayı ve darbeyi Çanakkale’de almıştır. İki taraftan 1 milyona yakın insanın katılıp yarım milyona yakın insanın öldüğü, yaralandığı ve kaybolduğu bu savaşta Türkler (şehit, gazi, hastalıktan vefat, esir ve kayıplar olmak üzere 250 bin kadar) büyük kayıplar vermiştir.

Diğer cephelerde imparatorluğun ücra köşelerinin -devletten kopması kaçınılmaz görülen topraklarının- savunulması söz konusu iken; Çanakkale'de anavatanın savunulması esastı! Yani buradaki bir yenilgi, boğazların ve başkentin düşmesi, ülkenin yenilgiye uğraması hatta bütün ülkenin elden çıkması demekti. Bu moral, güç ve Mustafa Kemal’in üstün komutası sonucu Türkler, Çanakkale'de binlerce şehit verilmesine rağmen ülkelerini savunmada başarılı olmuşlardır.

Savaşan güçler arasındaki dengesizliğe, güçlü bir donanma tarafından desteklenen bir kara ordusuna ve ekonomik açıdan bariz fark olmasına rağmen zaferi, Türk askerinin kahramanlığı getirmiştir.

Çanakkale cephesi, ümmetten millete geçiş sancılarıyla yurtseverlik duygularının gelişmesine ve Türk Ordusu'nun zafere inanıp kazanmasına, ulusun moralinin yükselmesine ve Türk Ulusunun Kurtuluş Savaşı'ndaki mücadele gücünün yaratılmasına neden olmuştur. Bu mücadelenin önderliğini yapacak olan Mustafa Kemal’i Türk ulusuna kazandırmıştır.

Zaferin, Türk ulusu açısından sosyal ve ekonomik alanda da etkileri görülmüştür. Çanakkale Cephesi'ndeki insan kaybımız diğer cephelerdeki kayıplarımıza oranla çok daha fazla olmuştur. Türk ulusu binlerce aydınını, okumuşunu, genç ve dinamik nüfusunu yitirmiştir. İnsan gücü açısından yaratılan bu boşluk sadece I.Dünya Savaşı boyunca değil, milli mücadele sonuna kadar doldurulamamıştır. Öğretmen, Mülkiyeli, Tıbbiyeli ve Türk Ocaklarında yetişmiş (100 binden fazla) insan kaybedilmiştir. Bunun en önemli olumsuz sonucu ise Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasının ardından başlatılan devrimlerin halk tarafından benimsenip kurumsallaşmasını geciktirmiştir.

İngilizler bu savaşı “devler ülkesinde devler savaşı” olarak kayda geçerler. Onlar, savaşarak geçemedikleri boğazı Mondros Ateşkesi sonrası ellerini, kollarını sallayarak geçerler. Ardından savaş bölgesi Gelibolu yarımadasında -bir vicdan muhasebesiyle- birçok mezar ve anıt yaparlar. Bu süreçte bu toprakların asıl sahipleri -1919 Mayısından 1922 Eylülüne kadar uzanan Kurtuluş mücadelesi başlatarak- savaş meydanlarında, siperlerde, cephelerde toprağa düşen şehitlerin anısı üzerinde düşünemeyecek kadar zorlu bir varolma, yeniden doğuş mücadelesi içindedirler.

Çanakkale öylesine çetin bir cephedir ki; Türk ulusunun ruhunda ve zihninde silinmeyecek etkiler bırakmıştır. Onun için bu savaşlarda yaşananlar destanlara, şiirlere, türkülere, romanlara ve de filmlere konu olmuştur. Binlerce şehidin verildiği bu savaşlar Türk ulusunun yürekliliğini, cesaret ve kahramanlığını bütün dünyaya ispatlamıştır. Dünyanın bir ucundan gelerek bu topraklarda ölen insanları bağrına basmış, centilmenliğini bu günlere taşıyarak onların torunlarına da kucak açmıştır.

Özellikle günümüzdetoplum olarak Çanakkale savaşları ve sonuçlarını çok iyi analiz etmemiz vede değerlendirmemiz tarihsel bir gerekliliktir. Bu savaşın/zaferin sonuçlarını alt alta sıraladığımızda ulusal ve uluslararası etkiler bağlamında çok önemli şeyler ifade ettiğini görmüş oluruz. Sözün kısası; Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dediği gibi,“Çanakkale, Yeni Türkiye’nin Önsözüdür.”

Remzi KOÇÖZ




14 Mart 2022 Pazartesi

KARANTİNA GÜN(LÜK)LERİ - 11

Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.” Mustafa Kemal ATATÜRK

SAĞLIK ORDUSU ve TIP BAYRAMI...

Dünya Savaşında/Çanakkale Cephesinde bu topraklar okumuş neslini kaybederken Tıbbiye öğrencileri de çokcadır.

100 yıl öncesinde de Kurtuluş Savaşı sırasında/sonrasında Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, ‘Sağlık Ordusu’ olarak bir avuç hekim önderliğinde -Penisilin/sülfamidlerin icadından önce salgın hastalıklara karşı- ürettikleri aşılarla kayda değer amansız bir mücadele verirler.

(Kurtuluş savaşı sırasında 12 milyonun yarısı tifo, tifüs, kolera, trahom, verem, sıtma, çiçek, sifilis,frengi gibi hastalıklardan birine yakalanmıştı. Kimi yörelerde ise %86’ya ulaşıyordu. 1920’de 3 milyon 1921’de 5 milyon çiçek aşısı, 537 kg kolera, 477 tifo aşısı üretilip halka uygulandı.)

TBMM’nin kuruluşu ile birlikte Türk tarihinde ilk kez sağlık ile ilgili bakanlık düzeyinde ilk örgütü olan “Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti” kuruldu.

Cumhuriyeti kuran irade, savunma/ordunun donanımından daha çok eğitim ve sağlık şartlarına bütçe ayırmayı tercih ederek bu alanda ciddi reformlar yaptı.

1925 yılında 1.Tıp Kongresi toplandı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrenci sayısı 1000 kişiye çıkarıldı. 1936 yılında ise her düzeyde sağlık elemanı yetiştiren “Halk Sağlığı Okulu” Ankara’da açıldı. Büyük Önder Atatürk için “halk sağlığı ve sağlamlığı“ her zaman üzerinde durulacak bir ulusal sorun olarak algılanıp halk/toplum sağlığına önem verildi.

100 yıl sonra ise yine Sağlık Ordusu olarak salgınla mücadelede yine en önde cephede Onlar vardır. En çok sağlık savaşçıları hastane/ poliklinik koşullarında virüse kurban verdiler.

Sonuçta, tüm meslekler/işler kendi mecrasında önem arzetsede, hiçbiri tıp eğitimi kadar ağır/uzun süreli/sabır gerektiren eğitim içermez.

Sorunlu/sıkıntılı/hüzünlü bir 14 Mart Tıp Bayramı yıldönümünde;

İnsanları yaşatma uğruna yaşamlarını tehlikeye atanlara,

Ve bu uğurda yaşamlarını yitirenlere minnet ve saygıyla,

Selam olsun sağlık çalışanlarına!

Sağlıklı günler dileğiyle,

Sağlıkla / sağlıcakla…

(İstanbul / 14 Mart 2022)

Remzi KOÇÖZ





13 Mart 2022 Pazar

TARİHTEN -Tarih Sayfalarından- NOTLAR – 22

 

Basın, milletin müşterek sesidir. Bir milleti aydınlatma ve yol gösterme, bir millete muhtaç olduğu fikrî gıdayı vermekte, özetle bir milletin hedefi saadet olan müşterek bir istikamette yürümesini teminde, basın başlı başına bir kuvvet, bir okul, bir rehberdir.” (Mustafa Kemal ATATÜRK )

ANKARA CİNAYETİ”

Türkiye, 2. Dünya savaşına girmese de savaş sürecinde Ankara’da Alman büyükelçisi Von Papen’e suikast düzenlenmesi, İngiliz büyükelçisinin Arnavut asıllı Türk kavasının (İlyas Bazna/Çiçero) Almanlara casusluk yapması, Karadeniz’de Struma gemisi faciası (769 Yahudinin Romanya’dan Filistin’e göçmen olarak sığınma taleplerinin Alman baskısı nedeniyle kabul görmemesi) gibi casuslar savaşı, suikastler ve faili meçhullerin içinde kendini bulacaktır.

Savaşın bitiminde ise Ankara, üst düzey yöneticilerin isimlerinin karıştığı ve basında yer aldığı şekliyle “Ankara Cinayeti” ile sarsılacaktı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Fahrettin Karaoğlanın ölümü, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın intiharı, Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay’ın istifası, Ankara Savcısı ile ilgili bakanlığa şikayet gibi gelişmeler yaşanır.

Roman / Film konusu da olan “Ankara Cinayeti” sonrasını kısaca özetlersek;

16 Ekim 1945 tarihinde, Ankara'da (Sovyet Büyükelçiliğinin doktoru olarak da bilinen) tanınmış biri olan Dr. Neşet Naci Arzan’ın Ulus semtindeki muayenehanesinde öldürülmesinin ardından fail olarak genç bir kişinin yakalanması, sorgusunda asıl failin Genelkurmay başkanı Kazım Orbay’ın oğlunun olduğu şeklinde adının geçmesi, gerçek katilin yerine arkadaşının üstlenmesi gibi Ankara Valisi ile Savcısının olayı/faili koruma amaçlı baskı uyguladıkları gazetelere yansır.

Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, savcının iddianamesi doğrultusunda “Genelkurmay başkanının oğluna tabancayı teminden 1 yıl, arkadaşına cinayetten 20 yıl kararı” Yargıtay tarafından bozulup dava yeri Bolu olarak değiştirilir. Basın ve Avukatlar ve basın tarafından iddialar tekrarlanınca Ankara Valisi/Savcısı gibi üst düzey görevliler mahkeme tarafından tanık olarak çağrılır. Bu süreçte mahkeme kararını Yargıtay'da bozduran ve gelişmelerin seyrini değiştirmeye sebep olan dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Fahrettin Karaoğlan ise otomobili içinde ölü bulunur (16.6.1946).

Basının ilgi odağı olan yargılamada mahkeme başkanının üslubu/sorgulama şekli özellikle yılların valisi (1927-1945) Nevzat Tandoğan açısından zül olacaktır. İfade sonrası / ertesi gün Adalet Bakanı Mümtaz Ökmen’e, kendisine yapılan muameleden duyduğu üzüntüsünü dile getirmesine karşılık Bakan’ın teselli sözleri pek etkili olmaz, eşine “ben şerefiyle oynanacak adam mıyım” diyerek odasına çıkıp tabancası ile intihar eder (9.7.1946). Bu intihar olayı Ankara başta olmak üzere ülkede şok etkisi yaratır. Cumhuriyet yönetiminin en güçlü adamlarından biri konumundaki 18 yıllık Ankara Valisi mahkeme sorgusunu/üslubunu kendine yediremeyip duygusallığına yenik düşecektir. Bu olay sonrası Genelkurmay Başkanı istifa eder (30.7.1946). Ankara Cinayeti davası, Bolu Ağır Ceza Mahkemesi kararının Yargıtay süreci sonunda Ankara yargılamasının tersine kesinleşerek, Genelkurmay başkanının oğlu 18 yıla, arkadaşı 9 yıla mahkum edilir.

Cinayet nedeni tam olarak aydınlatılamamış olmakla birlikte, maktülün Sovyet elçiliğinin de doktorluğunu yapması ve sanıkla birlikte yürüttükleri bir casusluk faaliyeti sonucu olduğu iddia edilmektedir.(Kaynak:Altan ÖYMEN-Bir Dönem Bir Çocuk; İhsan TOMBUŞ-Ankara Cinayeti)

Burada asıl anlatmak istediğimiz konu 1945’lerde yaşanan trajik bir olay ve olaylar silsilesinde yaşanan diğer gelişmeler olmayacaktır. Olayı adalet mekanizması, sonrasındaki yaşananları da tarih yargılamıştır. Dikkat çekmek istediğim husus; 4 ana başlıkta olacaktır: ‘Yürütme (Hükümet), Yargı (Yargıtay/Mahkemeler), Bürokrasi (Valilik/Emniyet) ve özellikle Basın.’

Adaletin tecellisi, yargılamanın süresi, verilen kararın bozulması, asıl failin cezalandırılması, olayı/faili korumaya çalışanların (Tek parti dönemi, Genelkurmay Başkanı, Başkentin değişmez Valisi gibi kamu gücü/koruma zırhları bulunan yöneticilerin/yakınlarının) mahkemeye çağrılması sürecinde, basının doğru haber ve toplumu bilgilendirme işlevi dışında, kamu vicdanı/denetimi adına olayın üzerine gidip (4.kuvvet olarak addedilen ve demokrasilerin olmazsa olmaz bir gücü olarak) sürekli gündemde tutarak yargılamanın hukuka uygunluğu /objektifliği açısından başat bir rol oynamıştır.

Sonuç olarak, tek partili rejimden çok partili rejime geçişteki sancılı döneme denk gelen Ankara Cinayeti davası, her türlü idari baskı/entrikalar karşısında basın özgürlüğünün ve yargı bağımsızlığının ne kadar önemli ve gerekli olduğunu gösteren bir tarihsel bir gerçeklik. Demokrasinin şekil şartlarının oluşmadığı o günlerden, çok partili yaşamla demokrasiye geçildiği zannedilen vede tek adam sisteminin yaşandığı bu günlere, 'Yargı Bağımsızlığı' yanında özellikle ‘Basın Özgürlüğü’ bağlamında sembol olarak aktarılabilecek kıssadan bir hisse! (12. 03. 2022)

Remzi KOÇÖZ

6 Mart 2022 Pazar

KARANTİNA GÜN(LÜK)LERİ - 10

             

Demokrasilerde dinin saygın bir yeri vardır. Dikkat edilecek nokta, vicdan özgürlüğünün bireysel alandan siyasal alana kaydırılmasına izin verilmesidir. Bu din alanında inanç sömürücülüğünün yeşermesine yol açacaktır.” (Doç. Dr. Bahriye ÜÇOK)

DİN / ŞERİAT, KADIN VE CUMHURİYET

    İslam dininde ruhbanlık olarak adlandırılan ruhani bir sınıf olmamasına rağmen, geçmişten günümüze mezhepler/tarikatlar/cemaatler şeklinde ayrışarak, dini sömüren ve sömürü aracı olarak kullanılmasına aracılık eden vede dinden geçinen ayrıcalıklı bir sınıf yaratılmıştır. Zaten Türk insanı/toplumu, -kendi öz dilinde okuyup/anlamaktan öte- bilmediği/ düşünmediği bir dilden dinini/ibadetini yaşarken, dinin kutsiyeti bağlamında vatandaşların vicdanlarına hükmetme yetkisini kendine paye edinen, kendini otorite gören bu kişiler/gruplar, inançlardan öte toplum yaşam biçimi/anlayışı özelinde -öncelikli olarak kadınların giyim kuşamları ve kapanmaları üzerinden- bir baskı oluşturmayı dinsel görev/ödev şeklinde vazederek şekilsel bir anlayış oluşturmuşlardır.

Kadınlar, toplumun yarısını oluşturmalarına rağmen adeta yok sayılarak günlük yaşamdan uzak tutulmaya çalışılmışlar. Sadece kırsalda tarlada/tapanda/üretimde vardırlar. Şehirlerde ise yaşam alanları evlerdir. Eğitimden uzak tutulup ergen/erken yaşta kocaya verilirken, sadece erkeklerin icazeti ve inayetinde vardırlar.

Türk Kurtuluş Savaşında, işgale karşı kadınların seferber edilmesi millî duyguların yükseltilmesinde büyük rol oynamıştır. Kadınlar yer yer cephede varolurken, cephe gerisinde de asıl yükü taşırlar. Ve kadınlar, bizim kadınlarımız; milli mücadele ile tarihsel kimliğine/ kişiliğine yeniden kavuşacaklardır.

TBMM’nin açılışının daha ilk ayında “kadın hakları ve eğitim” konusunda, Atatürk’ün mefküre arkadaşımız diye değer verdiği bir din alimi (TBMM I. Dönem İzmir Milletvekili) Hacı Süleyman Efendinin, meclis kürsüsünde söylediği sözler çok anlamlıdır (22.5.1920): “Tarih, pusulasını şaşırmış ulusların çöküşünü gösteriyor. Ulusları kötü sonuçlara götüren neden yanlış fikirlerdir. İnsanlar, eğitilmedikçe hiç bir işe yaramazlar. Bugün köylerde ufak ufak okul yapmak, şehirde büyük büyük cami yapmaktan daha hayırlıdır. Erkeklerin okuması ne kadar gerekliyse kızların okuması da o oranda mühim ve belki daha önemlidir. Kadınları yüksek mertebede bulunan bir milletin arkası hiçbir vakit yere gelmez, bu durumda olan bir millet dünyanın en soylu ulusudur.”

100 yıl öncesinde 1920’lerin şartlarında bile toplumsal gerçekleri söylemekten çekinmeyen ve kurtuluş mücadelesine de katılan bu din alimi; Anadolu halkının kendisini cehalet ve irfan yoksulluğundan kurtarmasının yolunun eğitimden geçtiğini ve bunun için de özellikle kız çocuklarının eğitimine daha fazla önem verilmesi gerekliliğinin altını çizerken, kadınların toplum içerisinde daha ön planda ve etkin olmalarının bir gelişmişlik göstergesi olduğunu da vurgular.

İşgalden kurtuluş sonrası Cumhuriyet’in ilanının ardından başlatılan devrimlerle, özellikle Hukuk alanında yapılan yeniliklerle çağdaş bir toplum ideali hedeflenir. Yüzyıllar boyu Türk kadınını erkeğinin önünde çaresiz bırakan aile hukuku ele alınıp yeniden düzenlenir. Türk Medeni Kanunu (1926), kadınlara çalışma hayatından eğitime, resmi nikah, aile hayatı, miras ve toplumsal ilişkiler çerçevesinde çeşitli haklar kazandırır. Bu durum kadın hakları açısından büyük bir devrimdir. Kadınlar, toplumda hak ettiği yerini alırken, kısa süreçte seçme ve seçilme hakkı gibi siyasal haklar da elde etmiştir.

Cumhuriyet öncesi haremlik-selamlık bir toplum anlayışıyla kocalarıyla dahi oturamayan, nüfus sayımında sayılmayan, adeta ikinci sınıf bir vatandaş görülen kadınlar, Cumhuriyet ile birlikte Atatürk’ün peçeyi ve perdeyi kaldırmasıyla eşit birey olurlar. Meslek sahibi olma yanında ekonomik ve sosyal güvenceye kavuşurlar.

Gelelim günümüze! Kadınlar, Cumhuriyet devrimlerinin kazanımları ile eğitimden bilime, yönetimden siyasete, sanattan spora hayatın her alanında vardırlar. Ancak günümüz Türkiye’sinde kadınlar, erkek egemenliğinde/şeriat sarmalında/dinsel bir siyaset anlayışının çemberinde, başta laiklik olmak üzere, Cumhuriyet ile birlikte elde edinilen kazanımlar, kadın hakları tartışma konusu yapılarak sorgulanırken, diğer yandan giderek artan şiddet/taciz/ölüm sarmalında çağdışı/gerici bir anlayışın baskısı ile karşı karşıyadır.

Gelinen noktada; Ortaçağ anlayışında karanlığa doğru gidilen bu süreci tersine çevirip, aydınlık ve çağdaş bir Türkiye mücadelesinde toplumsal muhalefetin yanında yine kadınlar, -Milli Mücadelede olduğu gibi ön saflarda, erkekler ile birlikte omuz omuza- Cumhuriyet devrimlerinin savunucusu olacaklardır. (8 Mart 2022)

Remzi KOÇÖZ


*Yaradan’ın yeryüzündeki yaratıcıları olan tüm kadınların,
'8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü kutlarken; 
Bir kadın akademisyen olarak kitap/araştırma/konferans/kongre sunumlarıyla Türk/Cumhuriyet Aydınlanmasına katkı sağlaması yanında politik arenada da aktif rol alan ve karanlığa karşı mücadelede şehit düşen, Aydınlanma Meşalesi Bahriye ÜÇOK'a rahmet, minnet ve saygıyla...
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz