29 Ekim 2024 Salı
25 Ekim 2024 Cuma
ENDER ŞAHİN ve “İMZA GÜNÜ”
"Okuyan insan düşünür, düşünen insan üretir…”
ENDER
ŞAHİN ve “İMZA GÜNÜ”
Ender Şahin, yazın dünyasına
kattığı şiir/hikaye/roman çalışmalarını "Akrep Burcu" isimli polisiye
romanı ile çeşitlendirmesinin ardından, 2024 sonbaharında yakın tarihin
izdüşümüyle yeni bir çalışmaya daha imza atarak, 5. romanı “İmza Günü” kitabı
ile okuyucu karşısına çıkar.
İmza Günü…
Kendine
özgü, -okuyucu/birey olarak kendinizden birşeyler bulabileceğiniz- bir çalışma,
yakın tarihe bir panoramik bakış; Dünya ve Türkiye ölçeğinde oluşan toplumsal
çalkantılar/çatışmalar/ krizler/eylemler/ ihtillaler sürecinde 1960’lardan 1990’lara
taşradan metropele Anadolu’dan İstanbul’a taşınan bir yaşam öyküsü.
Yazar
açısından kurgu da olsa tozpembe bir yaşam/toplum/dünya sunmaktan öte hayatın
akışını da aktarmak, toplumsal gerçeklikler ile ilgili mesajlar vermek önemli.
Düşünürlerden/tarihsel
kişiliklerden özlü sözlerle olayları bütünleştirirken, Şairlerden şiirler
yanında, Sanat müziğinden nağmeler serpiştirmesi kültürel bir doluluk
oluşturulmuş.
Yaşanmışlıklar
içerisinden süzülen anlatımlar, herkesin kendi yaşam sürecinden birşeylere
dokunacak, okuyucuyu da konularla bütünleştirecektir: Santrale kayıt yaptırılıp
telefon beklenen, Mektup yazılan, Radyo dinlenen, Takvim yaprakları okunan günler…
-----------------------
Kitaplar/ okuma alışkanlığı/çalışmak
üzerine;
Okuma
alışkanlığı aileden başlayacaktı, O’da büyükleri örnek alıp okuyarak örnek
oluşturacaktı.
“Çocuğumuzda kitap sevgisi, okul öncesi
başlamıştı. Doğum günlerinde hediye olarak genelde kitap isterdi. Eve alınan
gazete sayısı ile kütüphanedeki kitap sayısı artmıştı. O, pazar günleri evdeki
gazetelerin tamamını gözden geçirip önemli yazıları okuyordu.”
O
yıllarda çocuklar yaz tatillerinde başıboş kalmak yerine bir
esnafın/zanaatçının yanına çırak olarak işe verilirdi. Bir yandan harçlık
edinirlerken diğer yandan asıl önemlisi çalışma ve emek farkındalığı ile yaşam
deneyimi ediniyorlardı.
“Yaz tatilinde kitap-kırtasiye dükkanında
işe başladı. Kazandım ama paradan da önemli şeyler varmış. 10 haftada bir okul
daha bitirdiğimi, Emeksiz kazanmanın bir anlamının olmadığını gördüm.”
(Bizim çocukluğumuzda da benzer süreçler
yaşadık, ancak çocuklarımızı korumaya alıp yaşam deneyimi edinmeleri konusunda
onlara pek iyilik etmedik. Zaten yeşilden uzak beton apartmanlarda,
oyundan/spordan uzak, dersane/etüd/kurs sarmalında yarış atı nidasında,
çocukluklarını pek yaşayamadılar.)
Doğa
sevgisi, çevre bilincine ilişkin; “Çiçekler, ağaçlar ilgi gördükçe
bulundukları alanı güzelleştiriyor.”
Atatürk’ün; “ağaç çınardır, çınar ise devlet” sözleri ile Yalova’daki köşkün
bahçesindeki çınar ağacına zarar verilmemesi için köşkün kaydırılması, ağaç
sevgisinin vatan sevgisiyle özdeşleşmesine çok özel bir örnektir.
Türk Devrimi/Türkiye’nin Modernleşmesi/Cumhuriyet
ve Gençlik:
Atatürk; “Benim gözümde hiçbir şey yoktur;
ben yalnız liyakat aşığıyım. …Benim ümidim gençliktedir.”
Gençlik;
idealler ve gelecek demekti. Atatürk, Cumhuriyeti Türk gençliğine emanet
etmişti.
-“Üniversiteler iktidarın, ülke yönetiminde
asla yok sayamayacağı kurumlardır. Hele ki gençlik bir ülkenin yarınıdır,
yarınlarıdır.”
-“Onun çalıştığı Geometri kitabının yazarı
Atatürk’tü.”
-“Kadınlar-erkekler ne kadar şık. Hepimiz
bunu Atatürk’e borçluyuz.”
-“Bu kitabı (Nutuk) okumanız bana vereceğiniz
en kıymetli hediyedir.”
-“Kadın-erkek yürüyenlerin her biri
Cumhuriyetin güzidesiydi.”
---------
"Türkiye’yi tanımak
için; yüksek bir tahsil yapmak, batı uygarlığı ile kucaklaşmak, Ankara ve
İstanbul’un kaloriferli ılıklığında hayal ve ahkam kesmek yetmez... Tanımak
için görmek yetmez...
Türkiye’yi damarlarında ve hücrelerinde duyacaksın... Kafanda yaşayacaksın...
Bir gençlik vereceksin o'nu tanımak için... Vücudun toprağının ılıklığını
alacak, soğukluğundan donacak, yıllar yılı asırların derdi folklor olmuş
hikayesini dinleyeceksin Türkiye’nin...
Türkiye’yi okumak da yetmez... Türkiye ile ağız ağıza, koyun koyuna seneler
senesi yaşayabiliyor musun? ... O zaman anlarsın Türkiye’yi... Anladıkça
dertlenirsin, dertlendikçe sevdalanırsın... Toprak bitkisiz, baca dumansız,
millet donsuz ise kara kara sevgin de çöker zehir zemberek gibi içine... Çalı çalı,
için için yanarsın...
İçinde bu yangını duymayan Türkiye’ye kendinden bir şey veremez..."
(Dündar Seyhan/Gölgedeki Adam)
Meslek
Yaşamından Deneyimler/Değerlendirmeler/Öğütler:
-“Türk polisi, milli mücadele yıllarında da
olumsuzluklarına rağmen özverili çalışmalarda bulunmuş, TBMM kararı ile 70’e
yakın polis, istiklal madalyası ile taltif edilmiştir.”
-“Adana il emniyet müdürü Cevat Yurdakul’un
öldürülmesi onu çok üzmüştü. Yiğit, aydın bir emniyet müdürü şehit edilmişti.
Bu ne cüretti!”
-“İnşallah
bizim uğradığımız haksızlıklara bu gençler uğramaz.”
-“Sizden
çok şey öğrendik. Onurlu yaşamanın ne denli önemli olduğunu anlattınız.”
-“Adalete
açılan ilk kapı polistir. Biz yorulmayız, önemli olan adaletin gerçekleşmesi.”
-“Hukuk
bilgisi ile mesleki bilgileri yerinde kullanmanın önemini de kanıtlamış oldu.”
-“Asayişi
bozanların, onlara hamilik yapanların gözünün yaşına bakmam, gereğini yaparım.”
-“Görevini
yapan personeli takdir etmeyi, kendisinin takdir edilmesi gibi görürdü.”
-“Mesleğinde
onu öne çıkaran; çalışkanlığı, disiplini, cesareti, hepsinden önemlisi de
dürüstlüğü idi.”
-“İkbal için değerlerimi asla feda etmem.
Görevde kaldığım sürece işimi en iyi şekilde yapacağım.”
-“Temelinde kıskançlık, hasetlik var. Bizim
fikirlerimiz bazılarını rahatsız ediyor.”
-“Bazı etkili/yetkili kişiler, söylentileri
veya asılsız ihbarları araştırıp/soruşturmadan taraflı araştırmalara göz
yumarak bazı değerli meslek mensuplarını mağdur edip onları küskünler safına
itiyordu.”
-“Her kurumda özgül ağırlığı hafif adamlar
çıkar.”
(Ender Şahin, İmza Günü, Çoban Yayınları, İstanbul, 2024)
Roman
Üzerine...
Kısa/yalın
cümleler, sade bir dil, doğal bir anlatım, betimlemeler yerli yerinde, akıcı ve
sürükleyici kurgusuyla bir çırpıda yormadan okunabilecek bir eser.
Diyaloglar,
adeta dar alanda kısa paslaşmalar gibi. Kısa cümleler daha kısalaşarak, özne-yüklem
şeklinde
iki kelimeye düşerken, tek kelimeyle yani yükleme yüklenen bir anlatım da dikkat çekici.
Kısa
paragraflar, ardından kısa bölümler şeklinde okumayı kolaylaştırıcı ve
sürükleyici bir özellik katmış.
İnsan
ilişkilerinde; sevgi içerikli içtenlikli hitaplar, nezaket, sevgi-saygı
anlayışı, diyalogları özellikle gençliğe/genç okuyuculara yönelik rol model
yapıda işlenmiş.
Kitabın
tematik irdelenmesinde, kişisel/toplumsal açıdan pozitif bir anlayış yani
olumluluk hakim.
Roman,
dil bilgisi yönünden anlatımı ve edebi yönü ile ders kitaplarına taşınabilecek
düzeyde.
Ender
Şahin…
Kamudaki
başarılı meslek yaşamı sonrası,
Sosyal
sorumluluk projelerine katkılarla,
Yazarak kendini
egale ederken,
Doğa
aşığı olarak;
“Doğayı yok edenlerle
çocuklarını/torunlarını katledenler arasında fark olmadığını savunur.”
Yazın
dünyasına katkıları nedeniyle içtenlikle kutlarken,
-bir meslektaş olarak gıptayla gururlanırken-
Tabi ki
kolay değil yazmak ötesinde yayınlayabilmek,
Disiplin
/çalışma /sabır /efor/emek ister.
5.
romanına imza atmak,
Takdire
şayan bir çaba,
Kalemine/emeğine/
beynine sağlık,
Sağlıkla/sağlıcakla
vede üretkenliğinle yazarak kal;
Değerli
Dostum…
(25. 10. 2024)
Remzi KOÇÖZ
22 Ekim 2024 Salı
YAŞAR SUBUTAY PEKER
YAŞAR SUBUTAY PEKER
-Genç Cerrahın Anısına-
Yaşar Subutay Peker, 05 Eylül 1985 tarihinde Ankara’da doğan Yusuf ve Cavidan oğlu, Ankara TED Koleji ardından, babası gibi askeri tabip olma yolunda Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) tıp eğitimi ardından yine babasının uzmanlık bölümünü seçerek GATA’da Genel Cerrahi uzmanlığı okuyacak ve askeri tabip olarak GATA’da Genel Cerrahi uzmanı olarak babasının bölümünde baba-oğuldan öte hoca-asistan olarak birlikte çalışacaklardır.
Uzman doktorluğunun ardından Gizem hanım ile evliliğinden bir oğul babası olurken, Ailece siyah-beyaz renklere gönül vererek: “Beşiktaşlı olunmaz, Beşiktaşlı doğulur: Dededen babaya, babadan oğula” 3 nesil bir arada dede-baba-torun Beşiktaş taraftarı olacaklardır.
Yaşar Subutay, Tabip Yzb. Yrd. Doç. Genel Cerrah Uzmanı olarak GATA’da babası ile birlikte insanlara şifa olmanın onur/gururun yaşarken, O dönem GATA Genel Cerrahi Anabilim Dalı Bölüm Başkanı ve aslen Maraş/Elbistanlı olan baba Tuğgeneral Prof. Dr. Yusuf Peker, uzun süredir tedavi gördüğü kanser hastalığına 05 Eylül 2015 tarihinde 60 yaşında yenik düşerken, oğul Yaşar Subutay’da babasının ölüm günü 30 yaşına girecek, Babasının misyonunu çok erken yaşta devralırken doğum günlerini buruk bir şekilde yaşayacaktır. Baba Yusuf Peker görmese de oğul Yaşar Subutay, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında GATA’nın, sivilleşme sürecini/sıkıntılarını birebir yaşayacaktır.
(II.Mahmut dönemi/1832’de İstanbul’da kurulan ve ağırlıklı olarak askeri tıp alanında hizmet veren "Gülhane" hastanesi, Padişah II.Abdülhamid döneminde Haydarpaşa’ya taşınır, 1941’de II.Dünya Savaşı sürecinde, askerî okullar ile birlikte İstanbul'dan Ankara'ya taşınır. 2016 yılına kadar TSK'ya bağlı (sağlık bilimleri alanında askerî personel yetiştiren bir komutanlık iken) 15 Temmuz askeri darbe girişiminden sonra 31.7.2016 tarihli 669 S. KHK ile Sağlık Bakanlığına bağlanarak adı Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi olarak değiştirilmiş, GATA'ya bağlı olan yükseköğretim birimleri ise Sağlık bilimleri Üniversitesine devredilmiştir.)
Toplum/kamu vicdanı vede genel değerlendirme olarak “Savaş cerrahisi çok özel bir konudur. Hiçbir devlet ordusunu askeri doktorundan ve askeri hastanesinden mahrum bırakmamıştır.” Türkiye eninde sonunda bu yanlıştan dönecektir, ama zaman kaybedecektir.
O’nu tanıdığım süreç…
2018 yılının 19 Mayıs günü kasık bölgemdeki şiş/ağrı nedeniyle haftasonu Gülhane Hastane polisi değerli meslektaşım Ümit’in yardımıyla nöbetçi ürolog tarafından muayene/ultrason sonrası kasık fıtığı teşhisi ile genel cerrahiye yönlendirilmiş ve Dr. Yaşar Subutay Peker ile tanışmış, en kısa sürede ameliyat konusunda bilgilendirilmiştim. Ameliyat öncesi tahliller için hastaneye geldiğimde odasında annesi Cavidan hanım ile tanışmış babasının öyküsünü ve 3 yıl önce kaybını öğrenmiş üzülmüştüm.
Geçici olarak doktorun önerdiği kemeri takıp elimdeki soruşturma dosyalarını 1,5 ay içinde toparlayıp, ildışına Samsun iline uçakla gidip otobüsle maceralı dönüş yolculuğumun öğleden sonrasında hastaneye yatış yaparak, doktorum tarafından ertesi sabah (6.7.2018) sağ kasık fıtığı ameliyatım ile ayak parmağı tırnağımın çekilme işlemi sonrası 3 gün sonra taburcu edilip evde bir süre raporlu olarak klasikleri sil baştan okuyacaktım. İlk haftasında kontrole gittiğimde ‘Avrupa Uluslarından Birleşik Avrupa’ya’ isimli kitabımı imzalayıp vermeme çok sevinecekti. Sonraki hafta dikişlerimin alınmasının ardından, Doktorumun; “çok sağlam yama yaptım ama efor/tempolu hareket/yüzme/egzersiz vb adrenalin içeren davranışlardan kaçınmam gerektiği” önerisi üzerine dikkatli bir şekilde Ankara’dan yazlığa gidecek sakin bir ortamda iznimi kullanacaktım.
(Tüm öneri ve dikkatlere rağmen ameliyatın 2 hafta sonrasında yazlıkta merdivenlerden düşerken kasık bölgemde olumsuzluk yaşamamış, hafif sıyrık/incinme ile atlatmış, birnevi doktorun işlemini test etmiştim. Sonrasında Ankara’ya dönüşümüzde genel kontroller çerçevesinde görüşmelerimiz olacaktı. Bir akşam yemeğinde ailece, annesi-eşi ve oğluyla birlikte olacak, güzel anılar paylaşacaktık.)
2020-2022 salgın döneminde sadece telefonla görüşürken, bizler karantinadayken onlar hastanede normal yaşamlarına devamla, insanlara risk altında şifa olma çabasında sıkıntılı bir süreç yaşarlarken- sadece kolaylıklar dileyebilecektim.
Uzun bir sürenin ardından 2022 Haziranında GATA’da ziyaret edip doçentliğini kutlayacaktım. Ardından -Şehir hastanesinde 2022 yılı başı genel tarama tahlillerimde kan değerlerinde düşüklük nedeniyle Gülhane’de yeniden tahlillerimi yaptıracak, mr/tomografi/ultrason/röntgen gibi detaylı kontrollerim yanında- kolonoskopi/endoskopi işlemi onun gözetiminde yapılacak ve sonuçlar iyi çıkacaktı. 2022 Temmuz ayında önce yazlığa geçecek ardından Karasu’ya babamın bakımı için aralıklı gidecek, uzun bir süre Ankara’dan uzak kalacaktım.
Hüzünlü ayrılık…
Yaşar Subutay Peker, 5 Eylül günü facebookta doğum gününün burukluğunu “37 yıl önce bugün ben doğdum. 7 yıl önce bugün babam Hak’ın rahmetine kavuştu. Mekanın cennet, ruhun şad olsun değerli büyüğüm…” satırlarıyla dostlarıyla paylaşacaktı. 1,5 ay kadar sonra ise elim bir trafik kazası O’nu aramızdan alacak, sevdiklerinden/dostlarından/hastalarından ayıracaktı.
Babası Yusuf Peker’in bölüm başkanlığı yaptığı Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı'nda genel cerrahi uzmanı olarak görev yapan Doç. Dr. Yaşar Subutay Peker; 22.10.2022 tarihinde Ankara'da Eskişehir yolu üzerindeki bir alışveriş merkezi önünde (24 yaşlarında 2.02 promil alkollü ve adli kontrol şartıyla serbest bırakılan sürücünün kullandığı) bir otomobilin çarpması sonucu yaşamını yitirirken; Cenazesi, 24.10.2022 günü Gülhane Hastanesi'nde düzenlenen törenin ve Gülhane Camisindeki cenaze namazının ardından Karşıyaka mezarlığında toprağa verilerek son yolculuğuna uğurlanır.
Cenaze
töreninde konuşan Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektör Yardımcısının,
"Yerini doldurmak çok zor, çok
nazik, hastalarına karşı çok şefkatli bir kişiliğe sahipti. Babası rahmetli
Yusuf Peker hocamızın görevi nedeniyle çocukluğundan itibaren kendisini
tanıyoruz. Gülhane'de doğdu, ne yazık ki bugün Gülhane'den uğurluyoruz. Çok
güzel bir yere gidiyor. Babasıyla aynı mezarı paylaşacak. Rahmetli babası,
bizlere oğlunu emanet etmişti. Ben de buradan ifada etmek isterim ki Subutay
kardeşimizin eşi ve çocuğu da bundan sonra Gülhane'nin ve bizlerin
emanetindedir" sözleri onu ve ailesini yakından tanıyan
dostları/sevenleri/arkadaşları/hastaları açısından buruk ve hüzünlü bir ayrılık
olacaktır.
--------------------
Kolay yetişmiyor bir doktor, bir cerrah, bir tıp insanı. Ucuz can pazarı güzel ülkem. Günaşırı onlarca insanın ameliyatını gerçekleştiren, insanların acılarını dindirmeye çalışan, yaralarını sarıp merhem, çaresizliklerine derman olan doktorlara/ tıp insanlarına, sağlık çalışanlarına özellikle salgın döneminde vefakar/cefakar ve insanlığa hizmetleri/katkıları nedeniyle vefa borcumuz sonsuzdur.
Geç buldum çabuk kaybettim minvalinde bir doktordan öte genç bir arkadaş/dost/sırdaş olarak Yaşar Subutay kardeşimin kaybı beni/eşimi/kızımı derinden üzdü. İnsanlığa faydası olan bu güzel insanların çok çok erkenden kaybı koruyucu/kollayıcı olarak inandığımız Yaradan’a bir sitem niteliğinde.
4,5 yıllık zaman diliminde çok şeyler paylaştık, bir doktordan/kardeşten öte dostluğunu/insancıllığını/fedakarlığını/emeklerini unutmak ne mümkün, güzel insan!
Tabiki annen Cavidan ve eşin Gizem hanıma, biricik oğlun Arda'ya sabırlar/kolaylıklar vede sağlıklı günler dilerken; Seni ailece çok özleyeceğiz.
İnsanlığa güzellik katan/katkı sunan/acılara merhem olan tıp adamı, yüreği sevgi dolu güzel insan.
Toprağın bol olsun, Işıklar içerisinde uyu, Can kardeşim…
(Ankara / 19. 05. 2024)
Remzi KOÇÖZ
21 Ekim 2024 Pazartesi
FETÖ
Devlet hiyerarşisinde yapılanmasına göz yumulması ve
temel kurumlarıyla/ teamülleriyle/ değerleriyle altüst edilirken,
düzmece soruşturmalarla/kumpaslarla;
bireysel/toplumsal ağır bedeller ödendi, ödenmeye de devam ediyor.
Binbir çeşit zararlar/ezalar/zulumler/ hapisler dışında ocaklar söndü,
Üzüldüğüm nokta;
Koca Türkiye Cumhuriyeti,
Bu yaşananların vede 15 Temmuz
Fetö elebaşısı Fethullah Gülen'i
-10 yıl gibi bir zaman diliminde-
ÂBD'den getirtip yargılayamadı ve
Türk Adaletine hesap ver(e)meden / verdirilmeden
bu dünyadan faili firar olarak meçhule gitti...
(21 Ekim 2024)
Remzi Koçöz
AHMET TANER KIŞLALI
“Gelişmiş ülkelerin devrimcileri değişmenin arkasından yürürler. Geri kalmış ülkelerin devrimcileri ise değişmenin önünden; birisi katardır, birisi lokomotif. Ayrılıkları öne çıkarırsanız bölünmeyi, ortaklıkları öne çıkarırsanız birlikteliği; işte Atatürk farkı!” (Prof. Ahmet Taner Kışlalı)
Ahmet
Taner Kışlalı
-25.
Yıl- Anısına-
Çağdaş bir Türkiye savaşçısı,
Yürekli / Yiğit / Yurtsever,
Bir Aydınlanmacı,
Mustafa Kemal’e /Atatürk’e /Devrimlerine adanmış
bir Ömür,
Bir Cumhuriyet Şehidi,
İnançlı/İlkeli /Onurlu,
Siyaset / Bilim Adamı,
“Kemalizmin
Centilmen Devrimcisi”;
Prof. Ahmet Taner Kışlalı'ya
Minnet ve Saygıyla…
(21 Ekim 2024)
Remzi KOÇÖZ
13 Ekim 2024 Pazar
BAŞKENT ANKARA 101 YAŞINDA
TARİHTE BUGÜN
-13 Ekim 1923-
Bozkırda bir şehir,
Çöl olarak hakir görülürken,
Mustafa Kemallerle ölüm sessizliğinden sıyrılıp,
Ulusal Kurtuluş Destanını yazan,
Bu cefakarlığına karşılık,
Kuruluşunda son Türk devletine merkez/taç olan,
Atatürk’le anılan/bütünleşen,
O’nu Anıtkabir’de bağrına basan,
Türkiye’nin ve Cumhuriyet’in kalbi,
Ankara’nın başkent oluşunun,
101. yıldönümü;
Nice yıllara Ankaram…
(13 Ekim 2024)
Remzi Koçöz
5 Ekim 2024 Cumartesi
TARİHTEN -Tarih Sayfalarından- NOTLAR - 31
“Doğu’da ucuz ve süratli bir zafer kazanmamız için Arap yardımının gerekli olduğuna ve kaybedeceğimize sözümüzde durmayarak kazanmamızın daha iyi olacağına inanarak, bu hilenin tehlikesini göze aldım.
Görev, Türkiye’ye karşı bir
Arap isyanı tahrik etmektir ve onun için de batılı olan dış görünüşümü gizlemek
ve az da olsa Araplara benzemek zorundayım. Böylece kendimi bir çeşit yabancı
sahne üzerinde, balo giysisi içinde, acayip bir dilde, gece ve gündüz aktörlük
yapan birisi olarak görüyorum.
(Araplarla) ateş altında 2
yıllık ortaklığımız sırasında bana inanmaya ve hükümetimin de, benim gibi,
içten olduğunu sanmaya alıştılar. Bu ümitle kimi iyi işler başardılar.”
İngiliz Subay Thomas Edward (Ned) Lawrence /Arabistanlı El-Aurens
(Arapları Osmanlı'ya
karşı ayaklandıran İngiliz subayın Medine/Yanbu’daki evi onarılarak girişine şu
yazı asılmış/2020; "Bu ev Türklere karşı savaş vermemize yardımcı olan
Lawrence'in karargahıdır...")
ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ VE TÜRKLER - 2
-Ulusal Benlik ve Bilinç-
“Dünyanın bize saygı göstermesini
istiyorsak, evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissen/fikren/fiilen,
bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki, milli benliğini bilmeyen
milletler, başka milletlere yem olurlar. Çünkü, biz esasen millî varlığın
temelini, millî bilinçte ve millî birlikte görmekteyiz.” (Mustafa Kemal ATATÜRK)
100 yıl öncesinde Araplar (1913-1919), Türk’ün düşmanlarıyla (İngiliz-Fransız) bir olup Türk’e saldırmış, -Müslüman kardeş kisvesinde- cephe gerisinden vurmuştur. Vahhabilerin lideri İbn Su'ud'lar, Mekke Şerifi Hüseyin'ler ve Emir Faysallar! İngiliz casusu Lawrence ile elele verip Türk'e karşı işlenen cinayetler! Osmanlı ordusunda subay olarak görev alan Arap subayların Türk'ü arkadan/ içten vurmak amacıyla kurdukları ihanet teşkilatları: Ahad ve Fetah…
I.Dünya Savaşı’na girilirken (1914) Osmanlı Sultanı Reşad’ın halife
sıfatıyla ilan ettiği “Cihad-ı Ekber” karşılık bulmazken, Hilafet kurumu
etkisini/nüfuzunu hemen hemen yitirmiştir.
1916 Haziranında, Haşimi Araplarının lideri Mekke Emiri Şerif Hüseyin
İbn-i Ali, “Arapların bağımsızlığını
sağlayacağını iddia eden İngilizlerin” sözlerine kapılarak, bağlı bulunduğu
Osmanlı Sultan-Halifesine karşı ayaklanıyor ve Halifeliğin Hıristiyan
devletlerce bölünmesine araç oluyordu.
9 ayrı cephede savaş veren Osmanlı devleti; Arapların yaşadığı Bağdat,
Hicaz ve Ürdün-Kanal cephelerinde de büyük kayıplar vermişti.
(1917’de Arabistan/Hicaz
demiryolundaki tren sabote edilip, Türk askerleri şehit edilmişti. Türkler
açısından unutulup gitti, tarih oldu o acı günler. Günümüz Türkiye’sinde ise ölen
kralları için yas ilan edip din kardeşi olarak önemsenen Suud/Araplar, halen
Çölde duran bu Treni restore edip Türk askerlerini nasıl
öldürdüklerini yabancılara gösteri olarak sunmaktalar.)
İngilizlere (1917), “Önerilirse, Türkleri İstanbul ve Erzurum’a
dek kovalayacağız; öyleyse ne diye Beyrut, Halep ve Hail’den söz ediyorsunuz?” diyen ve kendini Arapların Kralı/Sultanı
olarak gören Hüseyin “1 milyon sterline
yaklaşan İngiliz altınlarıyla finanse edilmişti.”
Osmanlı’nın yıkılış sürecinde gücünü Batılı emperyalistlerden
alan Arap Milliyetçiliği kendilerine özellikle uluslararası konferanslarda
verilen devlet kurma sözleri tutulmayıp, İngiltere/ Fransa manda gücü olarak (1916 Sykes-Picot Anlaşması gereği
kendi aralarında paylaşım amaçlı) bölgeye yerleşirken, bölgedeki Arap
aşiretleri iktidar/krallık için birbirleriyle kıyasıya savaşacaklardır.
(Mekke Emiri Şerif
Hüseyin karşısına çıkan Abdülaziz es-Suud liderliğindeki Vahhabi güçler
karşısında 1925’de kaybederken, Hicaz’ı ele geçiren Suud Ailesi Suudi Arabistan
Krallığı’nı 1932’de kuracaktır).
(Dünya
Savaşında Araplarla yaşananlar F.Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” kitabında yalın ve hazin
bir şekilde anlatılır.)
---------------------------
II. Dünya Savaşı sonrası Arap ülkelerinin çoğu bağımsızlıklarını
kazanırken, Arap milliyetçiliği bölgede 1948’de kurulan İsrail devleti ile
birlikte Arap-Yahudi çatışması ile farklı bir mecraya evrilecektir.
(1917’de İngilizlerin Balfour Deklarasyonu ile Yahudiler için bir vatan
vaadi bölgenin tarihine eklenen yeni bir sorun olarak başta -trajik bir şekilde
etkilenen- Filistin olmak üzere tüm bölge ülkeleri gelecek yıllarda derinden
hissedeceklerdi. 20.yy ortalarından 21.yy çeyreğine gelinen süreçte; Bölgesel
savaşlar/işgaller/içsavaşlar/mezhep çatışmaları/Arap baharı gelişmeleri
çerçevesinde bir sarmal/kaos ortamı Ortadoğu bataklığı olarak addedilecekti.)
Lawrence’in mezarı üzerinde ölümünün
50. yıldönümünde bulunan, SM simgeli yazıda: “İhanete uğramış milyonlarca
Arap adına… Biz Araplar için büyük düşleriniz vardı ve biz de, sizin ve
yönetiminizin yardımlarıyla, yalnız Osmanlıdan özgürlük kazanmakla kalmayıp,
aynı zamanda, 500 yıllık işgalden sonra, bir ulus olarak kendi hüviyet ve
gururumuzu yeniden sağlayacağımızı umut etmiştik. Heyhat, Aurens(Lawrence), ölümünüzden 50 yıl sonra, bugün Arap
dünyası, savaşlarla, komplolarla ve bölünmelerle kaynıyor ve geleceğimiz
karanlık görünüyor…” (The Guardian Gazetesi, 20.5.1985).
Günümüz Türkiye’sinde, Arap kültürü ile yoğrulmuş siyasal
İslamcılar/dinciler, Atatürk’ün Batı emperyalizmi yanında Arap kültür
emperyalizmine karşı akıl ve bilimi, ulusal benlik ve bilinci öne çıkarmasını, Cumhuriyetle/devrimlerle
birlikte kuldan birey, ümmetten yurttaş yaratmasını, kadın haklarını, dinsel
istismarın/sömürünün önüne geçen laiklik kazanımlarını, modernleşme
gelişmelerini bir türlü hazmedemeyecek, Türk
halkına çağdaş bir toplum rotası çizen Atatürk’ü din karşıtı ve deccal
olarak yansıtacaklardır.
Atatürk
sonrası Arap kültür emperyalizmi, inanç/kutsiyet istismarı ve din/mezhep çerçevesinde, özellikle ABD’nin de desteğiyle, 1950’den itibaren
kademe kademe, Anadolu topraklarında yeniden devreye sokulur.
Türkiye, -özellikle 21. yy çeyreğinde kesintisiz AKP
iktidarı sürecinde-, BOP/GOP projesi çerçevesinde “Türkiye’nin Araplaştırılması
stratejisi” ile “Ortadoğu sarmalında bir ülke” olması kapsamında, -yine emperyalistlerce
çıkarılan iç savaşların bir sonucu milyonlarca yasadışı Arap sığınmacının Türkiye’de
barınmasının sağlanması yanında- arsa/arazi/emlak/turizm yatırımı ile
vatandaşlığın bile satılık bir hale gelmesi sonucu demografik işgal olarak
nitelendirilebilecek bir tehlike ile karşı karşıyadır.
Türkleri Ortaçağ cemaat yapısından millet yapısına ve şuuruna ulaştıran Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Atatürk; “Türk milletinin millî dili ve millî benliği, bütün yaşamında egemen
ve esas kalacaklar” sözleriyle, ulus olmanın, ulusal bilince sahip olmanın,
ana dil ve ulusal tarih konusunda bilgi/bilinç sahibi olmaktan geçtiğini çok iyi
biliyordu. Kendi öz dili ve tarihi temelinde kendi öz kültürünü oluşturamayan
uluslar bağımsız olarak yaşayamaz, tarihte görüldüğü gibi yok olurlar.
Cumhuriyet’in kazanımları ve değişimlerin farkına var(a)mayanlar veya
değer bil(e)meyenler açısından farkındalık noktasında -üzerine basa basa/tane tane- izaha çalışırken;
Ulusal benlik ve bilinç, ulusal bağımsızlık ve egemenlik ile birlikte anayasada
güvence altına alınan ‘demokratiklik, laiklik, sosyal hukuk devleti’ ilkeleri
Cumhuriyet’in değişmez/değiştirilemez ilkeleri olarak olmazsa olmazlarımızdır.
(5 Ekim 2024)
Remzi KOÇÖZ
29 Eylül 2024 Pazar
TARİHTEN -Tarih Sayfalarından- NOTLAR - 30
“İslâm tarihi boyunca Arap-Müslüman düşünür/yazarların Türk hakkında serdettikleri görüşlerin Şeriat eğitimi altında Türk'ün (kendi kendini inkârı şeklinde) kafasına ve ruhuna işlenmesinden doğmuştur. Bu görüşleri Türk, kendi din adamının bunca yüzyılki bilgisiz tutumu ve fanatik gayretleriyle akıl/mantık/bilgi süzgecinden geçirmeksizin olduğu şekilde ve mutlak bir gerçekmiş gibi almış ve benimsemiştir. Türk'ü bu cehaletten kurtarmak için onun hakkında söylenen her şeyi, bunlar ne kadar acı olursa olsun, ortaya sermek şarttır.” Prof. İlhan ARSEL
ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ VE TÜRKLER
-İlhan
Arsel ile Tarihsel Gerçeklikler-
Arap'ın kültür
eğitiminde yer alan ve onun Türk'e karşı düşmanlık duygularını besleyen ve
geliştiren eserlerin sayısı pek çoktur. Arap milliyetçiliğini Türk
aleyhtarlığı duyguları ile birlikte perçinleyen Al-Ahzar eğitimi bu işin
mihmandarıdır.
-“Türk’ün yok olmasından
sonra düzen ve bolluk geleceği” inanışını geliştiren ve bu inanışı Kuran’ın
Kefh suresi 94 ve Embiya suresinin 96. ayetlerindeki “Yecüc ve Mecüc”
öyküsünden çıkaran Arap yazarlar olacaktır. (Abul Beka ad-Damiri, İmam
al-Balki)
-1001 Gece
Masalları, Arap’ın Türk'e karşı beslediği nefret ve husumet duygularının 9.
yüzyıldan bu yana çeşitli devirler içerisindeki şekillenmesini gösterir. Binbir
Gece Masalları Arap’ın Türk aleyhtarlığının mukaddes kitabıdır ve Türk'e karşı
melanetinin örnekleriyle doludur. Arap kendisine has ne meskenet ve ne kadar
kötü huy var ise ve başta Kur'an olmak üzere İslâm Peygamberi tarafından ve başkaca
Müslüman yazarlarca kendisine izafe olunan ne kadar suçlamalar var ise
-hırsızlık, yağmacılık, habislik, kabalık, merhametsizlik gibi- bu nitelikleri
bütünüyle Türk'e has nitelikler gibi göstermesini bilmiştir.
-9.yy’dan itibaren
Halifeler (Mu'tasım, Vasık, Harun Reşid vd) devirlerindeki Arap halklarının
Türk'e karşı düşmanlık şekline giren kıskançlıklarının, “hırsız, yağmacı,
merhametsiz” gibi suçlamalarının hikayeleri ile doludur.
-10.yy’da Hudud
al-Alam; “Türk yabani
görünüşlü, kanun tanımaz ve savaşçıdır.”
-11.yy’da îbn el-Banna ve Sa'id el-Andalusi
anılarında, Arab ahaliye karşı kötü davranışı bir olay üzerinden örnekleyip
Türk aleyhtarlığı duygularını işleyecektir.
-Tarihçi Yakut (12.yy); “İslam’a en büyük
kötülüğü yapan Türklerdir, medeniyet düşmanıdır Türkler.”
-Coğrafyacı Al İdrisi (12.yy); “Türk: zalim,
sert, haşin, kaba güç temsilcisi, intikamcı, bencil ve savaşçı bir millet.”
-İslâm dünyasınca adeta ikinci bir peygamber gibi kabul edilen ve “Hüccetül İslam” diye yüceltilen İmam Gazali’ye göre; “Türk, zeka bakımından yeteneksiz ve tüm yaşamlarıyla dalalet içerisindedir. Türkler, zulmetle/karanlıkla perdelenmiş olanlar arasında yer alırlar. Kur'an ve Hadis hükümlerine göre cehennemlik olacaklardır.” (İslam'da akıl yerine nakli önceleyip içtihad kapısını kapatan Gazali'ye göre; akla değer veren aklın üstünlüğüne yönelen Mutezile sınıfı gibi kişiler bu kategoriye dahildir.)
-13. yy. İslâm
ahlakiyatçısı Nasreddin Tusı’nin Türk hakkındaki kanaati: “Kaba, haşin, gaddar, cesur, hain.”
-Tarihçi Cuvaynı'nin (13.yy.); “Türk'ün
geçtiği yer harabeye döner” şeklindeki sloganı İbn Tulun 16.yy’da yaşatmaya
devam eder.
-Suriyeli Yazar Abdürrahman al-Kavaikibi
(1849-1902): “İslâm'a kötülük yapan sadece Türklerdir ve Arap Türk'e nazaran
çok üstündür.”
-Mısır Müftüsü Muhammed Abduh (1849-1905): “Ruhuna
İslâm nüfuz edemeyen Türk İslâm medeniyetini söndürmüştür.”
-Müslüman Arap, -11.yy itibariyle-
Türk idaresi altında yaşamaktansa Hristiyan hakimiyeti altında yaşamanın çok
daha iyi olabileceği duygularını açıklar.
Arap'ın Türk nefretinin 20. yy yansımaları…
-İbn Cabir al-Baladuri (“Kitab Futûh al-Buldan”,
1916); Türk'ün dürüstlüğünü ‘saflık’, Acem'in/Arap’ın kurnazlığını ‘meziyet’
şeklinde görüp/gösterecektir.
-Arap düşünürü Seyid Ali Emir (1922); İslâm Peygamberi köleliği kaldırmak
istemiş fakat kölelik müessesesi onun arzusu hilafına devam etmiş.
İslâm'da köleliği yerleştiren ve geliştiren Türkler imiş. Araplar
Türklerle temas etmemiş olsalardı kölelik müessesesinden çoktan kurtulmuşlardı. (Seyid Ali Emir gibi
bir diğer Arap yazarı, W. Arafat
(1966): Türk düşmanlığı
unsurunu kölelik konusunda sömürü vasıtası yapar.)
-Arap milliyetçilerinden Şeyh Muhammed Reşid Rida
(1923); Türkler kadar İslâm'a zarar veren bir başka millet olmadığını
belirtirken; Emevilerden sonra Halifeliği ele geçiren Abbasiler İslâm'ın
uçuruma sürüklenmesi yolunu açmış. Fakat daha sonra Halifeliğin Arap olmayan
ellere ve özellikle Türklere geçmesiyle bu uçuruma sürüklenme tam manasıyla
hızlanmıştır.
-İslâm düşünürlerinden Taha Hüseyin (1938); Müslüman
ülkeleri işgal etmekle Türkler bu ülkelerin Batı ile temasını kesmişlerdir ve
medeniyet gelişmesine engel olmuşlardır.
-Arap milliyetçilerinden Abdülrahman al-Bezzaz
(1952-1965):
İslâm kültürünü ve medeniyetini barbar Türkler yok etmiştir.
-Mısır devlet başkanı Cemal Abdülnasır (“Mısır'ın Kurtuluşu;
İhtilalin felsefesi”, 1955): Mısırlı'nın ve genellikle Arap'ın ilkel kalması
nedenlerini Türk hâkimiyetinde arar. Mısırlının Tanrıdan dilediği tek şey;
Tanrı Türk'ün cezasını versin.
-Arap yazarlardan H. B. Sharabi (1962): İslâm’da hür ve serbest düşünceyi
Osmanlılar yok etmiş, içtihat kapılarını Osmanlılar kapamıştır.
-Arap milliyetçisinin 1971'lerdeki iddiası (N. Ziadeh): İslâm dini savaşçı bir din değildir, onu savaş dini haline getiren Türk’lerdir.
…………………………..
Yukardaki paragraflar Arap'ın, İslâm tarihi boyunca
Türk/ler hakkındaki tutum/davranış/ duygularının sınırlı bir bölümünü özeti…
Sonuç
olarak; Arap milliyetçisinin tezi şudur: İslam, hernekadar cihanşümul bir din
olsada, özü itibariyle Arap için indirilmiş, Arap’ın
niteliklerinden/tarihinden/geleneklerinden çıkmış bir dindir. Kuran ve hadis
hükümleri bunun delil/belgesidir. Onlara
göre İslam uygarlığının kurucusu Arap, yıkıcısı Türk’tür.
Tunuslu İbn Haldun; 14-15. yy’da Türk'ün
lehinde olabilecek görüşe sahip nadir Arap düşünürlerden biridir. Yakın tarihin
geniş görüşlü Arap düşünürlerinin değerlendirmesi tek başına yukarıdaki
söylemlere bir cevap niteliğindedir;
“Türk egemenliği ve idaresi altında yaşamış olmalarına rağmen, Türk'ün bile
kendi bakımından hiç bir zaman sahip olmadığı bir milliyet duygusuna sahip
olabilmişler ve Araplıklarını unutmamışlardır. Üstelik de Türkler Arapları
Türkleştirmek ve milli benlik duygusundan yoksun kılmak için hiç bir teşebbüste
bulunmamışlardır.” (Z. Zeime, The Emergence of Arab Nationalism/ Arap
Milliyetçiliğinin Ortaya Çıkışı, Beyrut 1966)
Dinin kutsiyetine sığınılarak “Müslüman=Arap” şeklinde
gerçekleştirilen ve Müslüman/ümmet kardeşliği adı altında “Araplaştırılarak kaybolan uluslar/halklar” tarihsel
bir gerçekliktir.
Gelinen noktada; Arap'ın geri, Şeriat’ın ilkel kalmasının nedeni Türk'ten ziyade bizzat Şeriat'ın kendi tabiatından doğma engellerdir ve aslında tarihte Türk'ü de geri bıraktıran doğrudan doğruya Şeriat'ın gelişmeye/yeniliğe/özgür düşünceye ve yaratıcı zekaya yer vermeyen niteliğidir.
Öncelikle tarihsel gerçeklikleri, gelişimi/değişimi
tespitle işe başlamak en doğru yol olacaktır.
(22 Eylül 2024)
Remzi KOÇÖZ
22 Eylül 2024 Pazar
GEZİ GÜN(LÜK)LERİ - 4
‘Larousse’de Gürcü kelimesinin karşısında “dünyanın en güzel ırkı” yazılıdır. Bir zamanlar Türkçe bilmedikleri için ‘dil bilmez Gürcü’ olarak türkülere giren ve Dedelerimin de aralarında bulunduğu Müslüman Gürcüler 93 Harbi denilen savaşın ardından Kafkaslardan Anadolu’ya göç etmişler.’
“Muhacirler Kaybedilmiş Topraklarımızın Aziz Hatıralarıdır.” Mustafa
Kemal ATATÜRK
ARTVİN ve ÖTESİ: GÜRCİSTAN / ACARA / BATUM GEZISI
‘Artvin’i 2000’li
yıllarda ilk şark görevim sürecinde görmüş olsam da 2016-2017 yılları içerisinde
yine görev gereği ard arda gelişlerimde fırsat yaratıp ayrıntılı gezmeye çalıştım.
Artvin coğrafi olarak düz alanların pek olmadığı, yüksek dağ ve tepelerin
arasından vadilerle geçit verirken bu vadileri nehir/çay/dere gibi su
havzalarının oluşturduğu, Kaçkar ve Karçal dağlarının devasa orman alanlarının
yemyeşil örtüsü, kışın karla birlikte beyaza bürünen örtüsü ile harika doğa
manzaraları sunarken bir yandan da kartal yuvası gibi zor/güç/vahşi doğa koşullarını
da beraberinde barındırıyor. Burada koşullar zor özellikle kışın daha da zor bu
nedenle kent sürekli göç verirken barajlar, tüneller, zirveden giden yollarla
Artvin ve çevresi şantiye alanı gibi.. Hes’ler, maden işletim izinleri ve
çevrecilerin bunlara karşı eylemleri Artvin’i Türkiye gündeminde tutuyor.’
Artvin (Şavşat/Ardanuç/Borçka/Hopa/Kemalpaşa/Sarp)…
Öncelikle Artvin ve çevresini görüp Gürcistan / Batum’a 15 yıl sonra bu
kez ailece geçmeyi günübirlik gezmeyi planlıyoruz. 22 Eylül 2017 Cuma gecesi eşim
Şükran Ankara’dan kızım Duyunç ise İstanbul’dan uçakla Trabzon’a gelip oradan
karayolu ile Artvin’e geliyorlar.
23 Eylül Cumartesi günü Ailece Artvin ve çevresini (Hatila Vadisi/Kafkasör
ile Şavşat Karagöl /Ardanuç Cehennem kanyonu) gezmek üzere Saat 11.00 gibi harekete
ederek Şavşat/Karagöl istikametine yönleniyoruz. Eşimle kızım gece
geldiklerinden bölgenin yükseltisini pek farketmemişler, Artvin’i gündüz
gözüyle İskebe denilen bölgeden yani en tepeden kuşbakışı izleyip beton
köprüye/şehrin girişine varyantlar şeklinde dönerek iniyoruz. Çoruh nehrini
geçip sağa doğru Erzurum/Ardahan istikametine devam ederken biraz ileriden sola
Ardahan (Şavşat-Ardanuç) istikametine yönlenerek bu kez geniş varyantlarla
yükselip Artvin şehir merkezini karşı cepheden izliyoruz. Artvin’i geride
bırakıp iyice yükselip yolun sağındaki Fatih Milli Parkında kısa bir manzara
molası verip seyir terasından Çoruh nehri üzerindeki barajı/gölü/doğayı
resimliyoruz. Mola sonrası yine geniş varyantlarla inişe geçerek Çoruh nehrini
uzunca bir köprüden geçip sola Ardahan/Şavşat istikametine yönleniyoruz. Yol bu
bölgede biraz daralıyor, yer yer heyelanlarla, dağlık ve kanyon şeklindeki vadi
içerisinden sağımızdaki derelerin yanından devam ederken yer yer yol çalışması ve
heyelan tehlikesiyle karşılaşıyoruz. Şavşat’a yaklaşırken biraz yükselip
ilçenin girişindeki eski kaleyi solumuzda ilçe merkezini sağımızda bırakıp
alçalarak Karagöl yoluna sapıyoruz. (Sağa doğru devam eden Ardahan yolu
üzerinde Sahara Milli Parkı var. Ordan öte Çamlıbel geçidi ve 45 km sonra
Ardahan. 2002 yılında bu yoldan geçmiş, Karagöl’e zaman ayıramamış Ardahan’a
devam ederken Sahara yaylasında rengarenk doğa manzarası görüntüsü çekmiştim.Çam
ormanları yanında yeşilin tonlarını saran bitkiler ve rengarenk çiçeklerle
büyülenmiştim. Bu kadar doğal ortamın tabiki diğer misafirleri olacaktır:
kuşlar, arılar ve de yabani hayvanlar. Kışın bu bölgede ayıların köylülerin
yiyeceklerine zarar verdikleri yönünde haberler yapılır.)
Karagöl yolu biraz dar ve stabilize konumunda, yer yer toprak ve bozuk
satıhlar var. Bölgede kırsal bir yapı/yaşam karşımıza çıkıyor: Hayvancılık
(büyük-küçükbaş, kümes, arıcılık), hububat (arpa-buğday-yulaf), meyvecilik üretimi
mevcut. Evler, ahırlar, serenderler ahşap ağırlıklı. Zaten yerleşim alanları
orman alanı içerisinde hem de Milli Park şeklinde turizme kazandırılan bir
bölge içerisinde yer alıyor. Artvin-Şavşat arası 70 km yol katedip ana yoldan
ayrıldıktan sonra yaklaşık 15 km daha yol katederek Karagöl’e 2 saat sonra
13.00 gibi ulaşıyoruz. Gölün isminin üst kısımlarda bulunan Kara/Karasu
köyünden aldığı söyleniyor. Aracımızı park edip yaya olarak orman içersinde
bulunan ve çöküntü sonucu oluşan Şavşat/Karagöl’ü geziyoruz. Milli Park
konumunda çam ağırlıklı orman örtüsü ile kaplı gölün etrafında yaya yürürken
gölün içerisindeki kırmızı alabalıklar ile siyah sazanlar size eşlik ediyor.
İnsanlar gezmek/görmek için turlarla veya özel araçlarla piknik için gelirken
küçük kamp çadırları dikkat çekiyor. Yaklaşık 1 saat bu doğal ortamda zaman geçirip
geldiğimiz yoldan Şavşat ilçe merkezini de gezerek Artvin istikametine devamla,
yol ayrımında sola Ardanuç istikametine yönlenerek 10 km kadar gidip yolun
sağında bulunan Cehennem kanyonunda mola veriyoruz. (Şükran giriş
merdivenlerinin ardından kanyonun birinci etabına kadar eşlik ediyor. Duyunçla
beraber arazi tırmanışı yaparak kanyonun içerisine kadar gidip -yaklaşık 200-250
m derinliğindeki Kanyonu yarım saat içerisinde hızlıca gezip- parkuru tamamlarken
bir nevi efor testinden geçiyoruz.)
Kanyondan, Artvin istikametine dönüşe geçip Çoruh nehrini solumuza
alarak dağları tırmanıp zirveden inişe geçerken Artvin üzerinde bulutlar
görüyoruz. Hava yağdı yağacak. Beton köprüden giriş yapıp Artvin şehir
merkezine İskebe tarafına tırmanıp sağa Hatila vadisine yönleniyoruz. Günlük
güneşlik olan hava kapatıp biraz çiseleyerek bizi korkutsa da vadiyi gezmeyi
sürdürüyoruz. Su çalışması nedeniyle neredeyse tek şerit bozuk yoldan ağır ağır
Cam Terasa ulaşıyoruz. İlk çıkarken biraz ürksek de zamanla alışarak yere
bakmayı aşağıyı seyretmeye koyuluyoruz 300 m derinliğinde vadiden geçen çayın
gürültüsünü duyuyoruz. Hava kararmadan Hatila vadisinden ayrılıp Kafkasöre
doğru tırmanırken solumuzda kalan Atatürk anıtını uzaktan izlemekle yetinip
zaman yetiremiyoruz. (Borçka Karagöl, Murgul Delikli Kaya bölgesi de
gezemediğimiz yerler arasında.) Kafkasörde boğa güreşi ve oto/motosiklet
etkinliklerinin yapıldığı alanları görüp havanın kararmasının ardından Koliva
otelde yemek molası veriyoruz. Yemeğin ardından FB-BJK maçını izleyip günün
koşturmacasından iyice yorgun düşmemiz nedeniyle saat:22.00 gibi Polisevine
dönerek istirahate çekiliyoruz.
(Bu gezdiğimiz bölgeler
ile birlikte -Arhavi’den Murgul’a Macahel’e- Artvin’i 2016’da ayrıntılı
gezmiştim.)
24 Eylül Pazar sabahı 09.00 gibi Artvin merkezden ayrılıp Borçka istikametine yol alıp Çoruh nehrinin kıyısında Çoruh Marina olarak adlandırılan belediye tesislerinde kahvaltı molası veriyoruz. Çoruh kıyısındaki doğal ortam bizi dinlendiriyor. Kahvaltı sonrası Borçka-Hopa istikametine devam ederken Cankurtaran sonrası hava kapatıp Hopa’ya hafif yağışla giriyoruz. Zaten sağımızda solumuzda yağışın etkisiyle dağlardan/ yamaçlardan akan sular küçük derecikler ve şelaleler oluşturuyor. Hopa’dan Kemalpaşa üzeri Sarp’a kadar TIR ağırlıklı araç konvoyu yolun sağ şeridini kapatmış. Saat 11.30 gibi Sarp sınır kapısına ulaşıp OHAL nedeniyle kurumsal izin belgeleri ile nüfus cüzdanları ile geçilse de biz pasaportları veriyoruz. İşlemlerin ardından Gürcistan tarafına geçiyoruz.
Gürcistan / Batum…
‘Gürcüler sıcak ve candan,
neşeli insanlar. Yüksek sesle kavga eder gibi konuşmaları onların doğal
durumları. Yani samimi insanlar, içten pazarlıklı olmayıp düşündüklerini
çekinmeden/ gizlemeden/saklamaya çalışmadan pata pat söylüyorlar. Kaf dağının
bu güzel insanlarının konuşmaları, şakalaşmaları, anlatımları bu minvalde!..
Kaba/dağ adamı görünümlü davranışları doğanın onlara sunmuş olduğu bir davranış
durumu. Belki de kan bağı, Atalar, Aile orjinimiz nedeniyle Gürcüler bana sıcak/samimi/candan
insanlar şeklinde görünüyor.’
15 yıl önce öğleden sonra 29 Ekim 2002 günü yağmurlu bir havada çıkış yapmış olduğum kapıdan bu kez ailece yine yağmurlu bir havada Batum’a geçiyoruz. Batum’u gezdirecek Dato N. ile 12.15 gibi buluşuyoruz. Mihmandarımız/rehberimiz Dato, 36 yaşlarında Batum/Sarp köyünden, Türkçe anlaşıyoruz. Dato’nun Gürcistan plakalı Mersedesiyle Sarp’tan ayrılıp Batum istikametine yol alıyoruz. Türkiye sınırına 25 km uzaklıktaki 250.000 nüfuslu şehrin yazın 1 milyonu bulduğunu söylüyor. Dato ile yer yer Gürcüce konuşmaya çalışırken dedemlerin göç ettiği Kedkedi köyünün Batum’un 30 km doğusunda Kobuleti sınırlarında olabileceğini söylüyor. Dato çoğunlukla bana dayı şeklinde hitap ederken yer yer emüce olarak da sesleniyor.
Gümrük kapısının sağında Sarp köyü solunda ise Karadeniz bulunuyor.
Karadeniz her zamanki gibi hırçın ve dalgalı!
Sarp sonrası Kuharnati’yi geçiyoruz. Gonio’yu geçerken sağdaki Osmanlı
döneminin Taş kalesi biraz bakımsız görünse de turizme kazandırılamasa da
varlığını koruyor. Akhallsopeli’yi geçerken bataklık kurutan olarak bildiğimiz
Okaliptüs ağaçları bize eşlik ediyor. Birazdan özellikle Artvin için yaşam
kaynağı, ülkemizin debisi en yüksek olan, 100 km’lik bir alanda ardarda
kurulmuş 3 barajı ile enerji deposu olan ve ülkemizde doğup uzunca bir yol
katettikten sonra Batum’dan Karadeniz’e geniş bir delta oluşturarak dökülen Çoruh
(Chorokhi) Nehrini geçiyoruz. Ardından
Türk firması TAV’ın işlettiği Batum havalimanını, Angisa-Kakhaber’i geçiyoruz. Bu
arada yol boyunca neredeyse kilometre başına casino/kumarhane reklamları
İngilizce ve Türkçe olarak da yazılmış. Batum içerisine girmeden sağda döviz
bürolarının yanında durup Gürcü parası Lari alıyorum (100 Lari=150 TL), ayrıca Dato’ya
da gezi için 100 Lari karşılığı olan 150 TL ödeme yapıyorum.
Bu arada genel ve yerel seçimlere ilişkin aday afişleri görüyoruz. Dato
bize Şaakaşvili’nin ABD ajanı olduğunu söylüyor. Zaten ülkede ABD karşıtı diğer
alternatifin Rusya ile iyi geçinmek, o zamanda Rus ajanı olarak lanse ediliyor.
Bizim ülkemizdeki gibi ekonomik açıdan çok güçlü olamayınca bağımsız bir
politika izlemeniz zor. Gürcüler bir yandan da AB sevdasında, NATO’ya girmek
için çaba sarf ediyor. Sanatsal/Kültürel açılardan Doğu’dan daha çok Batı’ya
dönük bir yaşam özlemindeler. Trafikte yayaların geçiş önceliği yanında yaya
geçitlerinde ışık yok ancak araçlar yayalara öncelik tanıyor. İnsanların yaşam şekilleri -bizden birileri
gibi- bana pek yabancı gelmezken, yüksek sesle konuşan candan ve içten sıcak
insanlar. Yağmur ve havanın kapalı olması nedeniyle Batum girişine kadar pek
resim çekemiyorum.
Batum’a yaklaşınca 15 yıl öncesinde
bulunmayan Manhattan/Maslak benzeri yüksek binalar uzaktan seçiliyor. Serbest
bölge konumunda casino/kumarhaneleri ile Sheraton, Hilton, Radisson gibi yüksek
binalardan oluşan otel zincirleri yanında Sit alanı olan eski Batum olarak
adlandırılan yerde Divan oteli de 3 katlı otantik bir otel açmış. Şehir
merkezine yaklaşırken tabela da Kobuleti 31 km, Adıgeni 134 km, Akhaltsıkhe 157
km olarak belirtiliyor.
Dato sahile paralel uzanan Batum
bulvarından ilerlerken sağa yanaşıp yüksek bir binanın yanında duruyor.
Karşısında ters dizayn edilmiş kübik mimarisini andıran beyaz renkli iki katlı
White Restoranı görünce biraz şaşırıyoruz. Araçtan inip birkaç poz alıyoruz.
Yeni yüksek binaların arasında eski sosyal konutlar tipi balkonlarında çamaşır
ve uydu antenleri ile binalar arada bakımsız bir şekilde kalmış. Kentsel
dönüşüm günlerini sayıyorlar. Bu binalar birkaç yıla kalmaz yerini yeni
binalara/gökdelenlere bırakırlar. Batum bulvarından liman istikametine doğru
giderken sağımızda Piza kulesi benzeri ters şişe görünümünde yuvarlak bir bina,
arkasında oval yüksek bir bina, yanlarında yeni binalar yer alıyor. Solumuzda
ise yeşil alan olarak kalan, betona kurban edilmeyen yaklaşık 6 km’lik denize
paralel sahil şeridini kaplayan Batum parkı yer alıyor. Bulvar boyunca sağlı
sollu palmiye ve çınar ağaçları eşlik ediyor. Tiyatro binası gibi yer yer
restore edilmiş tarihi binalar görüyoruz. Bulvarı tamamlayıp limana
ulaştığımızda köşede Gürcü alfabesini oluşturan harflerin yer aldığı yüksek
kule dikkat çekiyor (2012 yılında
yapılan, 130 m yüksekliğinde DNA sarmallarına benzeyen mimarisi ile dünyada var
olan 12 alfabeden biri olan Gürcü alfabesine atfedilmiş bir yapıt).
Batum limanı yine aynı konumunu koruyor.
Batum’un değişmezlerinden, Karadeniz ticaretinin uğrak noktalarından çevresinde
yeni yapılan yüksek kule benzeri yapılarla farklı bir görünüm kazanmış. Alfabe
kulesi, Büyük dönme dolap, Ali-Nino aşk heykeli, Fener kulesi (21 m) bunların
başlıcaları..
Batum limanını solumuza alıp doğu
istikametine doğru ilerlerken tren garıda limanın hemen yanında solumuzda,
otogar ise sağımızda konuşlanmış durumda. Yaklaşık 9 km kadar giderek dünyanın
3. Botanik parkına ulaşıyoruz. Dato bize girişi gösterip 1 saat sonra çıkışta
buluşmayı söylüyor. Bizlerde Botanik parkına bilet alarak giriş yapıyoruz.
Karadeniz kıyısında yükselerek devam eden parkın uzunluğunun 3 km olduğunu,
içeride ayrıca bir ücret vererek şatıl benzeri küçük araçlarla gezebileceğimizi
öğreniyoruz. Hava kapalı ancak yağış durmuş durumda. Her ihtimale karşın
şemsiye, şapka ve uzun kollu giysilerimizi yanımıza alıyoruz. Biz yürüyerek 21
parkurdan 3 Parkuru gezebiliyoruz. İlk parkurda kırmızı renkli küçük
alabalıklar ve ortasında yunus figürlü fıskiyeli yuvarlak küçük havuzun etrafı
renkli motiflerle süslenmiş. Daha sonra Karadeniz sahilini yüksekten gören
seyir yeri gibi alana geçiyoruz. Biraz yükselince deniz 100 m aşağıda kalıyor.
Burada deniz ve yeşilin iç içe geçtiği bir manzara yakalıyoruz. Bir yandan da
dalgaların kıyıyı dövmesini izliyoruz. Deniz kenarında yer yer tünelden geçen
bir demiryolu mevcut. Botanik parkı üzerinde çok değişik ağaç, bitki ve
çiçeklerle bezenmiş durumda. Milli park konumunda insanlığın ortak değeri
olarak doğal sit alanı oluştuğundan betona çevirmeleri, yağmalamaları çok zor.
Park alanı içerisinde kaldığımız süre içerisinde yeşile ve oksijene doyuyoruz.
Bu arada bizim gibi Türk gezginci de çok, neredeyse adım başı Türkçe konuşan
insanlarla, grupla karşılaşıyorsunuz. TİKA’nın 2016 yılında orman zararlılarına
karşı projesine ilişkin bir tabela görüyoruz.
Yaklaşık bir saat dolaşıp çıkışa daha
doğrusu giriş kapısına dönüş yapıyoruz. Dato bir arkadaşı ile tavla oynarken
bizde dondurma yiyoruz. Botanik parkından ayrılıp çevre yolunu takiben Batum
limanına doğru yapıları/kuleleri bu kez tersten izliyoruz. Limanı çevreleyen
duvarlar renkli spreylerle duvar yazı ve süslemeleri ile kapatılmış. Limanın
yanından sahil istikametine sağa dönüp teleferik istasyonu ilerisinde park
ediyoruz. Dato bizi teleferiğin olduğu yere bırakıp buluşma saati veriyor.
Teleferik şehir merkezinde limanın hemen yanından tepeye ormanlık alana doğru
yükseliyor. Bilet alıp gondol şeklindeki teleferikle çıkarken; şehri, limanı, denizi ve yerleşim yerlerini yüksekten
izlemenin keyfini yaşıyoruz. Hava açıp güneş te çıkınca manzara daha da güzel
görünüyor. Binaları ve şehri geride bırakıp tepeye doğru orman örtüsü,
yeşillikler arasında kalan tek tük evlerin konumuna bayılıyoruz. Buralara
otantik köy/yayla/şato görünümünde evler, butik oteller yapılmış. Bir ara seki
şeklinde yükselen yerdeki mezarlık içerisinde, insanların taşlar üzerinde
oturup piknik yaptığını gözlemliyoruz. Belki de dostlarını yakınlarını bu
şekilde ziyaret edip yad ediyorlar. Yaklaşık 2.5 km sonra zirveye ulaşıp
teleferikten inip seyir tepesinden Batum’u doyasıya seyrediyor; doğusunu-Sarp’a
doğru, batısını Botanik parkına doğru, kuzeyini limana ve Karadeniz’e doğru
bütün Batum’u resimliyoruz. Yarım saat sonra indiğimiz yerden yeniden binip bu
kez geldiğimizin tersine limana doğru süzülerek iniyoruz. Teleferik gezimiz de
1 saatimizi alıyor. Teleferikle meydana inerken teleferik istasyonunun
karşısındaki ara sokakta yer alan Orta Camii şehir merkezindeki tek cami olarak
dikkat çekiyor. Meydanın yanındaki
bulvardan gelirken/geçerken caminin minaresini görebiliyorsunuz. Zaten Türk
konsolosluğu da caminin yakınında sayılır.
Dato ile buluşup şehrin ana meydanı olarak
anılan Avrupa meydanına doğru yol alıyoruz. Dato’ya merkezde yer alan büyükçe
3-4 katlı Kapalı Pazar yerini teleferikten göremediğimi, ayrıca görünür bir
yapı olduğunu ve akıbetini sorduğumda Pazar yerinin yıkıldığını, yerine yeni
binaların yapıldığını öğreniyoruz. Avrupa meydanında seçim çalışmalarına ait
bir toplantı ve gösteri olduğundan meydanda duramayıp yavaşça geçerek araç
içerisinden meydan ve çevresine bakıyoruz. Kalabalık grup arasından Medea
heykeli ve fıskiyeli havuzu seçebiliyoruz. Sonrasında ara sokakların birinden
geçerken Türk bayrağı asılı konsolosluk binasının yakınından geçiyoruz. Ardından
Piazza Meydanı yakınında aracı park edip meydan ve çevresini yaya geziyoruz.
Meydan bir İtalya klasiği/esintisi.. Meydanın ortasında mozaik işlemeli
figürler, otel olarak kullanılan tuğla işlemeli saat kulesi, çevresindeki
kafeler, Marco Polo restoranı, kenarda
vitray camlı bina ve önünde altın varaklı kadın heykeli, onun da önünde akan
çeşme üzerinde elinde okla küçük Eros heykeli meydana renk katıyor. Meydanın ve sokağın karşısında St. Nicholas
kilisesi de tuğla örümlü yapısıyla meydana eşlik ediyor. Kilisenin dış
duvarının köşelerinde yaldızlı figürler yer alırken, fazla büyük olmasa da bahçe peyzajı, otantik
görünümü ve içindeki figürleri ile dikkat çekiyor.
Piazza Meydanının ardından liman
bölgesinden batıya doğru yay çizip sahil şeridine paralel uzanan Batum parkının
önünde gezimizin son bölümüne geliyoruz. İndiğimiz yerden sahile doğru
fıskiyeli havuz ve kenarındaki sütunlar üzerindeki eski Yunan Tanrılarını
andıran balmumu heykeller görüyoruz. Orta bölüme doğru geldiğimizde fıskiyeli
havuzun batısında Bambu ormanları görüyoruz. 15 yıl öncesinde daha geniş bir
alanı kapsayan bambular biraz daha azaltılıp sembolik olarak yaşatılıyor.
Bambuların yanındaki aradan girip beyaz sıra sütunları görüyoruz. Biraz daha
ileriye gidince ahşap, dış yüzeyi işlemeli ve boyalı müze görünümlü bina
dikdörtgen şeklinde uzuyor. Biz parkın bir bölümünü enine dikine kat edip fiber
piramidi arasak da bulamıyoruz, kaldırılmış olabilir. Kafeleri, çeşmeleri,
anıtları ve park alanları ile dikkat çekiyor. Park alanı içerisinde bilardo,
pinpon masaları, voleybol, tenis sahaları, yürüyüş/gezinti alanları, bisiklet
yolları ve çocuk parkları ne derseniz konuşlanmış. İçerisinde
ördeklerin/kazların yüzdüğü, diğer kuşların serinlediği yapay bir göletin yer
aldığı küçük bir hayvanat bahçesi yer alıyor. Arka planda rezidanslar, oteller,
yüksek binalar yer alsa da sahil bandının yeşilliği korunmuş. Milli park kadar
olmasa da çeşitli ağaç ve çiçeklerle bezenmiş, peyzaj açısından estetik bir görünüm
yakalanmış. Deniz kenarına ulaştığınızda yaklaşık 70 m’lik bir alanın
çakıl/kumsal karışımı bir alanda ahşap aksamlı prefabrik yeme-içme-dinlenme
yerleri kafeler, deniz aktiviteleri için gereçler, cankurtaran kuleleri göze
çarpıyor. Bizde Pierre Batumi denilen yerde denizi görecek şekilde oturup
kendimize yöresel kaşarlı pidesinden “Haçapuri” söylüyor, bira ve çay içiyoruz.
Oturduğumuz yerde günün yorgunluğunu atmaya çalışırken biraz dinlenebiliyoruz.
Yaklaşık park ve çevresinde 1.5 saat zamanımız geçiyor. Karadeniz’e veda edip
parkın içerisinden havuzlu fıskiyelerin yanından cadde üzerine çıkıp park
yerinde bizi bekleyen Dato ile 17.30 gibi buluşuyoruz. Tabi onların saati
bizden 1 saat ileri.. Dato nerede kaldığımızı geç kalacağımızı ima ederek biraz
hızlıca hareket etmeye çalışırken, yer yer trafik limitlerin üzerinde sert ve
hızlıca araç kullanıyor. Başka gezecek yer var mı diye sorduğumda Batum bu
kadar diyerek gülümsüyor.
Batum Parkının yanından batıya yani
Sarpa’a doğru geldiğimiz güzergahı bu kez az bulutlu ama güneşin batışına yakın
geçeceğiz. Yine yüksek binalar/kuleler, oval/şişe benzeri yapıları geride
bırakarak Batum merkezinden ayrılıyoruz. Sağımızda bir yel değirmeni olarak tasarlanmış
disko/restoran görüyoruz. Havaalanı kavşağını geçtikten sonra Kvariati 6, Gonio
35 km tabelasının ardından Çoruh nehrini geçiyoruz. Solumuzda İstanbul pazarı
var (Türkiye tarafında Sarp’a gelmeden Kemalpaşa da da var), sağımızda atıl bir
arazide eski askeri kulübelerin olduğu bir poligon geçiyoruz. Bir ara okaliptüs
yani bataklık kurutan ağaçların arasından geçiyoruz. Ardından kale solumuzda
kalıyor. Uzaktan oyuncak/lego şeklinde Gürcü gümrük binasını görünce Sarp’a
sınıra yaklaştığımızı anlıyoruz.
Yaklaşık 6 saatlik günübirlik Batum gezisi
ardından Saat:18.00 gibi Sarp’a ulaşıp Dato ile vedalaşıp Gürcistan/Acara
ülkesinden ayrılıp Trabzon havaalanına geçerken, hava yavaş yavaş kararıyor ve
yağış başlıyor. Duyunç’u İstanbul’a yolcu edip, saat 23.00 gibi bizde Ankara’ya
dönüyoruz.
(Ankara / 25 Eylül 2017)
Remzi KOÇÖZ