31 Temmuz 2024 Çarşamba

GENCO ERKAL ANISINA

“O çobanlığı tercih edebilir ama ben sürüden biri olmayı kabul etmiyorum. 

Çağdaş bir toplum özgür bireylerden oluşur, halk koyun sürüsü olamaz.” (Genco Erkal)

GENCO ERKAL…
Sanatçılar ölümsüzdür.
Genco Erkal’da öyle hatta daha fazlası;
Boyun eğmeyen bir yaşam...
Türkiye'de politik tiyatronun öncüsü olurken,
Dostlar Tiyatrosu onunla markalaştı.
-Zaten o tek başına bir tiyatro-,
Tek kişilik oyunların ustası olarak sahnelere ismini perçinledi.
Brecht Kabare’yi sahneledi.
Senfonik konserlerde birçok yapıtı seslendirdi.
Tiyatroya ilişkin sayısız ödülleri dışında Sinemada da 2 kez Altın Portakal aldı.
Çok sayıda oyuna imza atsa da Nazım Hikmet’i en iyi o sahneledi,
Şiirlerini en çok o sevdirdi.
“Bir Delinin hatıra defteri” adeta onunla özdeşleşti.
İlk kez -1975’lerde 50 yıl öncesinde- Ankara’da izlemiştim.
Son kez ise 2017’de Kızımla birlikte İstanbul’da.
Tek başına bir toplumsal muhalefet,
Aydınlık mücadelecisi bir devrimci,

Duayen bir sanatçı.

Güle güle büyük usta.
Yıldızlar yoldaşın, toprağın bol, ışıklar içinde olsun…
(31 Temmuz 2024)

Remzi KOÇÖZ




28 Temmuz 2024 Pazar

BATIDAN DOĞUYA / DOĞUDAN BATIYA İZDÜŞÜMLER

“Unutmamalıyız: yaşantı, yaşayan insanın yaşama ögesi, yaşama biçimi, düpedüz yaşayışı; ama, yalnızca yaşayana bağlı değil, yaşayana yapışık değil yalnızca. Yaşayan, aslında, özyaşamından dışarı açılır yaşantısıyla. Yaşantı, kendini aşma olanağı sağlar insana. Yaşantıya öznel, kişisel doğruların dışına açılmak fırsatını bulur insan, içe kapanan kapılar değil, dışa açılan pencerelerdir yaşantılar.” (Prof. Nermi UYGUR /Düşünür- Felsefeci)

İÇİ DIŞIYLA BATI’NIN KÜLTÜR DÜNYASI

-Nermi Uygur İle Felsefe-

“Nesneler/olaylar/süreçler/kurallar/etkiler/ gelenekler/alışkanlıklar… Hemencecik göze görünmese de pekçok bağın, ilişkinin, biçimleyişin içinde yaşar yaz6gısını insan. Uygarlığın içindeyiz, sözcüğün akla gelen her anlamında içindeyiz.”

Birey, Akıl, Bu-dünya: işte Batıya ilişkin yaşantının özeti. Üçünün birden önemli bir rol oynadığı bir kültür dünyası, bir kültür evrenidir batı. 3 temel öge diye nitelememiz gerekiyor.

BİREY; kişilik/özgürlüktür. Kendine özgü değer/varlık dokusuyla, kendi öz damgasını vurduğu, Toplumsal yapılı düzenlemelerle ayakta tutup geliştirir kendini.

AKIL; yetidir/etkidir/çabadır/istemdir/ güçtür/başarı aracıdır/başarıdır. Batıyı Batı kılan akıldır. Batıca bir akıldır Batılılık. Batının düşünsel tarihi: akla özgü kökenlerin, gücün, kesimlerin, kuralların, içeriklerin, verim ve ürünlerin, tasarlanabilecek heryanıyla gözden geçirildiği dallıbudaklı bir araştırmalar birikimidir. Batının geçmişi, bugünü, aklın neliği/niceliği/niteliği doğrultusundaki görüşler, karşı-görüşler, tartışmalar, okullar, çığırlar, kavgalar, devrimler, dayanışmalar, sapmalar ve pekiştirmelerle dolup taşmakta.

Batı’da akılla özdeştir mantık; İnsana özgü program etkenliğiyle kuşatıcı bir düzenleme başarısı gerçekleştirmekte; insana özgü yaşama pratiğini gerçekleştirmekte; insanın varlığını gerçekleştirmekte.

Batılılık, dil ile aklın birlikte kurduğu bir kültür evrenidir: aklın akılla, aklı ve akıl verimliliğini artırma çabalarının tarihidir, birbakıma. Aklın üstün değerine içten inanan; akla güvenle sarılan; aklı, yanetkiler ne olursa olsun, üstün ve kuşatıcı bir yeti ve başarı olarak, hertürlü kuram ve yaşama alanında olabildiğince etkin kılan bir insan-kültür dünyasıdır.

BU-DÜNYA; hep bu-dünyada daha iyi yaşama, yaşayabilme isteği/güdüsü/ kaygısı. Batı uygarlığının en köklü ve etkin ögelerinden biri bu bağ.

Düş/düşünme/eylem/özlem/ değer odağı olarak bu-dünya, batılıya, batı kültürüne kendine özgü bir güç sağlamıştır, teknik verimleriyle içiçe örgütlenen yönetim düzeniyle. Kökleri derin mi derin bir zaman bilinci var batılının. Batıya damgasını vuran kurumlar/aygıtlar/örgütler bir bir bu zamanlı varoluşa tanık.

Bu-dünyadaki zamanlı bir yaşama sürecinden ayrılmazlığına inanan batılının gözünde apaçık bir temel gerçek var, o da: kaçınılmaz ölüm, bu-dünyadaki yaşamın sonu, -ergeç gelir çatar. Öyleyse yapılacak en gerekli şey: kişi ve toplumun, zamanı en iyi biçimde verimlendirmesini sağlamak.

Zaman bilinci batılıda 3 boyutuyla etkendir. Hem şimdi, hem geçmiş, hem de gelecek olarak kaygı kaynağıdır Batılı için. Herşeyden önce şimdiki zamanı düzenleme istenciyle davranır. Şimdinin dolu dolu biçimlenmesi, boşu boşuna akıp gitmemesi; bu-dünyayı en iyi yaşamaya yönelik olması; boş zamanların bile, kendine özgü bir ağırlıkla anlam ve önem taşıması, batı dünyasının ayrılmaz içyapısıdır. Batılının tarih bilinci bu bilinç en çok, batılının, dünyada iz bırakma isteği, dolayısıyla da bırakılan izleri sürme, öğrenip anlama istenci sık sık kendini açığa vurur batılıda.

------------------------------------

“Dinde reformlar/düzeltimler zor mu zor bir olay; sert tepkilerle, karşı koymalarla başarısızlığa uğrarlar çoğun. Çağdaş diye nitelenen din eğitimiyle de işleri kotarmak sözkonusu değil. Asıl yapılması gereken: akıllıca sezgi, saygı dolu anlayışla, temel haklarını/özgürlüklerini zedelemeden, insanı değiştirmeyi denemek. İnsanı, din karşısında da kendi yazgısını kendi eline almasını sağlayacak biçimde bilgi/görgü/eleştiri ve hoşgörüyle donatmak.” (Prof. Nermi UYGUR)

UYGARLIĞA KARŞI DURUŞ / ÖZE DÖNÜŞ…

Doğu/Asya, Dünyanın en eski kıtası olarak uygarlıklara beşiklik etmiş, yazıyı/matematiği/felsefeyi bulmuş, 4 büyük buluşu (kağıt/matbaa/pusula/barut) gerçekleştirmiş, semavi dinler orada doğmuş, sonrasında 500 yıl önce üstünlüğü Batı/Avrupa’ya kaptırmış; ‘Batı bilim ve teknolojik alandaki yeniliklerle dünyanın lokomotifi olmuş, Doğu uygarlıklarının/toplumlarının önüne geçmiştir.’

Geldik uzay/bilişim/iletişim/dijital yani küresel çağına. Kendince muhafazakarsın/gelenekçisin. Sözde Batı’ya karşısın, yaşam şeklini, insan ilişkilerini, kültürünü beğenmiyorsun. Sözgelimi, burjuva/sömürgeci/maddeci olarak niteliyorsun. Ancak teknik/teknolojik araçlar/gereçler vb. hangisi işine geliyorsa/yarıyorsa alıyorsun, kendinden birşeyler katmadan sonuna kadar kullanıyorsun. Doğal olan bu, uygarlık birnevi insanlığın ortak değerleri sayılır diyorsun. Ama sen kendinden bir şey katmadığın gibi -hem hamuduna kadar kullanıp- uygarlığın gelişimine, çağdaşlığın anahtarı olan akla/bilime kapılarını kapatıyorsun. Bir asalak minvalinde yaşamını sürdürüyorsun. O zaman ne/nasıl olmalı/ ne yapmalısın, doğru olan hangisi?

Batıya kapıyı tamamen kapatıp kendi yağınla kavrulacak, dünya nimetlerini bir kenara bırakıp, kendini cennete hazırlayacak inandığın gibi -neye/nasıl inanıyorsan inançlarınla başbaşa-, hatta insanlığın ilk haline dönüş yaparak kendine özgü bir tarihte yaşayacaksın/yaşamalısın!

Uygarlığa/gelişime/yeniliğe/yaratıcılığa/ modernleşmeye/teknolojiye ve izm’lerinize karşıyım onun için yarattığınız/ürettiğiniz teknolojinizi/makinelerinizi vb. şeyleri kullanmıyorum: uçaklarınıza/trenlerinize/otomobillerinize binmiyorum; bilgisayarınızı/telefonlarınızı/internetinizi kullanmıyorum; ilaçlarınızı/aşılarınızı/cihazlarınızı istemiyorum;

Sonuç olarak; canınız cehenneme, topyekün uygarlığınız/ teknolojiniz/ kültürünüz batsın, lanet olsun, hepsi sizin olsun diyebiliyormusun/diyebiliyormuyuz!

(24 Temmuz 2024)

Remzi KOÇÖZ


20 Temmuz 2024 Cumartesi

TARİHTE BUGÜN (24 Temmuz 1974)

 

-50 Yıl Önce: 24 Temmuz 1974 / Kıbrıs-

‘70’li yılların dış politikasında Türkiye açısından en önemli konu Kıbrıs olacaktır. Türkiye, -Kıbrıslı Türklere yapılan zulmü- diplomasi ile çözemeyince garantörlük gereği müdahale hakkını kullanır. Türk ordusu Kıbrıs’a barış harekatı düzenleyerek (20 Temmuz ve 14 Ağustos 1974) bugünkü KKTC’yi oluşturan bölgeyi güvenceye alır.’

Barış Harekatı Sonrası Gelişmeler

Türkiye, barış harekatı ile 1963-1974 arası 11 yıldır huzur ve güvenden uzak Kıbrıs’a barış, huzur, güven, özgürlük ve de demokrasi getirmiştir. Dolayısı ile sadece Türkler açısından değil adadaki Rumlar açısından da huzur ve güven sağlanmıştır. Yunanistan’da da bu harekat sonrası askeri yönetim son bularak, demokrasiye geçiş yapılmıştır.
            20 Temmuz 1974 tarihli Cenevre anlaşması ve 1 Kasım 1974 tarihli BM genel kurulu kararları sonucu “adada iki toplumun varlığının ve eşitliğinin kabul edilmesi”, aynı günlerde tüm dünyanın Kıbrıs için federasyonu seslendirmeleri Kıbrıs Türk Federe Devletinin 13.2.1975’te kurulma sürecini getirmiştir. 1975 yılında Viyana’da 6 tur görüşme sonuçsuz kalır, anlaşma sağlanamaz. Görüşmeler 12.2.1977’de tekrar başlar ve 4 maddelik ilke anlaşması imzalanır. 1977 yılında BM Genel Sekreteri Waldheim, Makarios’u ikna ederek yeniden 2 toplumlu Kıbrıs’ı hayata geçirmeye çalışırken Makarios Yunanistan’a çağırılarak gece ‘kalp krizi’ sonucu ölür. BM Genel Sekreteri de Yahudi düşmanı Nazi yanlısı olarak yıpratılmaya çalışılırken, bu süreç askıya alınır. 1978 yılında AB Kıbrıs’taki varlığı ile Yunanistan’ı kınar.
            Makarios’un ölümünden sonra yapılan görüşme sonucu 1979 yılında da 10 maddelik bir çerçeve anlaşma imzalanır. Bu toplumlararası görüşmeler Mayıs 1983 yılına kadar aralıklı devam edecektir. Mayıs 1983 yılında Rumların tek yanlı olarak BM genel kurulundan Türklerin gıyabında haksız karar çıkartması sonrası 15 Kasım 1983 tarihinde Kıbrıs Türkleri Rauf Denktaş liderliğinde ‘Self Determinasyon Hakkını’ kullanarak kendi bağımsız devletini, KKTC’yi ilan etmişlerdir. Self determinasyon hakkı, “halkların kendi geleceklerini özgürce belirleme hakkı’ olarak BM ve AGİK sözleşmelerinde yer almaktadır. Her ne kadar Türkiye dışında tanınmasa da fiilen KKTC Kuzey Kıbrıs’ta egemen ve bağımsız bir devlettir.
            1988-1990 tarihleri arası yeni bir görüşme sağlansa da bir sonuç alınamaz. 1990 yılında Kıbrıs Rum kesimi Kıbrıs adına AB’ye üyelik için başvurur. KKTC ve Türkiye’nin 1960 anlaşmaları ışığında itirazlarına rağmen AB Rumların başvurusunu incelemeye alır. 1992 yılında BM “Gali Fikirler Dizisi” adıyla ortaya atılan planı Türkler müzakere edilebilir bulsa da, Rumlar tümüyle reddeder.
            Rum ve Yunan lobisi uzlaşmaz tutumunu sürdürerek yeni maceralara hazırlanıp 1993 yılında “ortak savunma doktrini” hazırlarlar. Bunun üzerine BM 1994 yılında güven artırıcı önlemler paketi hazırlar. 1995 yılında AB Kıbrıs’la ilgili üyelik sürecini başlatır. Bunun üzerine 1997 yılında KKTC’nin Türkiye ile bütünleşme süreciyle sonuçlanabilecek Türkiye ve KKTC cumhurbaşkanları ortak deklarasyon yayınlarlar. Bu bir yerde uluslararası politik manevra olarak da adlandırılabilinir.
            1997 yılında iki kez görüşme sağlansa da sonuç yok. Aralık 1997 tarihinde AB Lüksemburg zirvesinde Rumlarla tek yanlı müzakerelere başlanacağı açıklanır. Bu ayni zamanda bir yerde bugüne kadar yürütülen toplumlararası görüşmelere de noktayı koymuştur. 1998 yılında Türk tarafı, barışçı girişimlerini sürdürerek “fiili garanti, iki kesimli, iki toplumlu konfederasyon” önerir. Türkiye’nin garantörlüğü özellikle vurgulanır. Rumlar ise 30 yıldan bu yana oluşmuş fiili yapıyı ve bu yapının nasıl oluştuğunu görmezden gelerek, “Üniter devlet, Türkiye’den gelen göçmenlerin geri gönderilmesi, evleri kuzeyde olan Rumların evlerine dönmesi, TSK’nin adadan çekilmesi” esasları üzerinde kilitlenir.
            Barış Görüşmeleri ve Annan Planı
            1998 yılında BM yeni genel sekreteri Annan iki toplum arasında yeni görüşmelere ön ayak olur. 1999-2000 tarihlerinde görüşmeler sürdürülür. 2001 yılındaki New-York görüşmelerine KKTC politik açıdan bir değişiklik olmadığını ve sonuç alınamayacağını gerekçe göstererek katılmaz. İşte daha sonraları masadan kaçan taraf olarak Rumlar bunu her platformda seslendirecek, hatta Türkiye’de ve KKTC de taraftar bulacaklardır. 2001 yılının sonlarına doğru Türk tarafı atağa geçerek 2001-2002 yıllarında doğrudan görüşmeler sürdürülür.
            2003 yılı içerisinde Kıbrıs’ta serbest geçiş olayını başlatan KKTC Rumların oyununu bozup, dünyayı şaşırtır. Bu şunu gösterir: Ulusların iradelerine dışarıdan karışılmaz, karıştırılmazsa onlar ayni topraklarda bir arada barış içersinde yaşayacaklardır. Ancak geçmişte yapılan, yaptırılan katliamlar bir arada yaşamanın uzun sürmeyeceğinin canlı göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Sonrasında BM devreye girerek Annan planını görüşmeye açar. Bu plan her görüşme sonrası değişime uğrar. Taraflar planda anlaşamayınca boşluklar BM tarafından doldurularak 5. kez değişime uğrayan Annan planı 28 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs’ta referanduma sunulur. Referandum sonucunda Türklerin evet, Rumların hayır demesi bir şeyi değiştirmeyecek Rumlar Kıbrıs olarak 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye girer.
            1974 yılında yaşanan Kıbrıs’taki Rumların katliamları sonucu açılan toplu mezarlar TV kanallarından -hem de BM gözetiminde- tüm dünyanın gözleri önüne serilmiş. Buna rağmen adada Türkler işgalci konumuna sokularak, adanın temsilcisi Rumlar kabul edilmiş. Yine dünyaya kendimizi haklılığımızı anlatamamışız. Ve sonuçta da Yunanistan’dan sonra Kıbrıs Rum kesimi de AB’ye tam üye olurken, biz beklemeye daha da devam edeceğiz. Rum lobisi, AB ve Batı dayanışması karşımızda durmakta.
           
Türkiye, AB ile müzakerelere başlama sürecinde (2004) Kıbrıs politikasındaki (“Annan Planındaki boşlukları Annan doldursun, biz ona güveniyoruz” şeklindeki) tavizleri nedeniyle Yunanistan Türkiye’ye ait (152) ada/adacık/kaya parçalarını işgal ederken, Balyoz gibi kumpaslarla özellikle deniz kuvvetleri komuta kademesi çökertilip, deniz gücünün caydırıcılığı yara alırken, münhasır ekonomik bölgesine yönelik tacizlere/tecavüzlere yanıt vermekte zorlandı.

1974 Barış Harekatı sonrası Kıbrıs Türkleri KKTC’yi kurmuş, bugüne kadar tanıyan olmamışsa da -Türk dünyası ve Müslüman coğrafya dahil- AB sürecinde tüm olumsuzluklara rağmen anavatan güvencesinde yaşamlarını sürdürecekti.

Türkiye Cumhuriyeti, kurucu önderinin vasiyetini göz ardı etmeyerek, -son 20 yıllık süreçte tavizlerle gitgeller yaşasa da- Kıbrıs’ı ulusal bir dava olarak savuna gelmiştir. Kıbrıs davası belki çoğu kimseye özellikle gençlerimize anlamsız gelebilir. Bu da tarih bilincini sürekli canlı tutmanın ulusların gelecekleri için ne kadar önemli olduğunun kaçınılmaz bir göstergesidir.
            (20 Temmuz 2024)

Remzi KOÇÖZ





15 Temmuz 2024 Pazartesi

KİTAPTAN BİLGİLER (15 Temmuz)

            Türkiye’nin Avrupa Serüveni

      -----------------------------------------
      -Kitaptan Bilgiler-

             15 Temmuz Darbe Girişimi (2016)






14 Temmuz 2024 Pazar

TARİHTEN -Tarih Sayfalarından- NOTLAR - 29

             İnsan Unutur Tarih Hatırlatır:

“Bugün bize Atatürk’ü ve yakın tarihi unutturmak isteyenler, ulus bilincimizi oluşturan milli hafızamızı silmek istiyorlar, siyasal hafızamızı kurgusal bir tarihle yeniden biçimlendirmeye çalışıyorlar. Cumhuriyet’in millet hafızası yerine Osmanlı’nın ümmet hafızasını yeniden canlandırmaya çalışıyorlar. Bunun için halkın hafızasını kurgusal bir tarihle ve dinle şekillendiriyorlar.” Sinan MEYDAN

KIBRIS/TOPRAK KAYIPLARI/DENGE POLİTİKASI/YENİ OSMANLICILIK

Sultan Abdülhamid / İstibdat dönemi; Balkanlar ve Kafkas cephelerindeki Osmanlı-Rus savaşlarının (1878) getirdiği kayıpların ve başarısızlıkların ardından Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar İdaresi) kurulması (1881) İmparatorluğun çöküşüne giden yolda mihenk taşlarıdır. Devlet teslim olmuş, milli/bağımsız özelliğini kaybetmiş, uluslararası sermayenin yönetimine girmiştir.

Bu dönemdeki toprak kayıpları

Kıbrıs’ın İngilizlere verilmesi, Romanya, Sırbistan, Karadağ’ın bağımsızlığı (1878),

Fransa’nın Tunus’u işgali (1881), İngilizlerin Mısır’ı işgali (1882),

Girit’in Yunanistan’a, Bosna-Hersek’in Avusturya’ya bırakılması, Bulgaristan’ın bağımsızlığı (1908).

Kıbrıs

“Kıbrıs Batı Asya’nın anahtarıdır” diyen İngilizler, Doğu Akdeniz’de egemenlikleri için “Kıbrıs’ın kendilerine verilmesi şartıyla Berlin konferansında Osmanlıya yardım edecektir” şeklinde Kıbrıs’ı resmen isterlerken (23.5.1878), Kıbrıs; “Hukuki şahaneme halel gelmemek şartıyla anlaşmayı tasdik ederim” şeklindeki padişah iradesiyle, geçici olarak İngilizlere bırakılacak (15.7.1878), zaman içerisinde tamamıyla elden çıkacaktır (5.11.1914). Türklerden boşalan yerler Rumlara verilirken, Osmanlı tarihinde ilk kez savaş yapılmaksızın bir toprak kaybedilecektir.

Dış politika

Abdülhamit denge siyasetinin ilk kaybı Kıbrıs olurken, ardından kayıplar kat be kat artacaktır. (Batılı ülkeler, Haliçte Abdülhamid tarafından bekletilen donanmanın kullanılmamasını fırsata çevirerek adaları da bir bir işgal edeceklerdi.)

“Sultan Hamid’in dış politikadaki ilkesi şu idi: Rusya’yı idare etmek, İngiltere ile asla sorun çıkarmamak, Almanya’ya dayanmak, Avusturya’nın gözünün Makedonya’da olduğunu unutmamak, diğer devletlerle mümkün mertebe hoş geçinmek… Balkanları karıştırıp Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlar arasına nifak ve anlaşmazlık yaratmak. En çok çekindiği devlet İngiltere idi…” (Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa)

İngiliz politikası ve Rus tehdidi karşısında sıkışan Osmanlı yönetimi İngilizlere yakınlaşma niteliğinde Kıbrıs’ı bırakırken, Doğu Anadolu’nun Ermenilere verilmesi konusundaki tavize yanaşmaması ise bu dönemin başarısı olacaktır.

İç politika

II. Abdülhamit’in istibdat döneminde öğrencilerin geçmişle mevcut durumu kıyaslayarak saraya muhalif olmalarında okul müfredatındaki tarih derslerinin etkili olduğu, Osmanlıcılık ve İslamcılık yerine Ulusçuluğu özendirdiği gerekçesiyle;  “padişah ve hükümet, tarihi sevmezler ve tarihten korkarlardı” (Yusuf Akçura). Bu dönemde genel tarih ve coğrafya dersleri kaldırılıp hatta tarih kitapları yasaklanırken, “saraya sadık/itaatkar bir Osmanlı tebeası” yaratmak adına yerleri din ve ahlak dersleri ile doldurulur (Sadrazam Küçük Said Paşa).  Günümüz müfredat değişikliği de inadına o döneme atfen, kayıplara/çöküşe rağmen geriye gidişten başka bir şey değil. Ne diyelim; tarih tekerrür etmekte…

Günümüzde “Payitaht” dizileriyle büyük padişah/ulu hakan olarak taçlandırılan Sultan  Abdülhamid döneminde Avrupa ülkeleri, topraklar dışında ekonomik imtiyazlarla duyunu umumiyle gelirlerine de el koyarak istediklerini alırlarken, içişlerine müdahalede geri kalmazlar. Abdülhamid’in kendisine suikast düzenleyen bir yabancıyı (Belçikalı Edward Joris-1905) bile baskı karşısında serbest bırakmakla kalmayıp, -500 altın harcırah vererek hafiyelik yapma gerekçesiyle- Avrupa’ya gönderecektir.

Gelinen noktada; Türkiye’nin 2 katı büyüklüğünde toprak kaybedilmesine rağmen, günümüzde “hiç toprak kaybedilmemiştir” şeklinde, Osmanlının “hasta adam” olarak teslimiyetine/çöküşüne imza atılan Abdülhamid/istibdat dönemi adeta kutsanmakta..

20. yüzyıla Türk mucizesi olarak damga vuran çökmüş bir imparatorluktan modern bir toplum yaratan bir değişimin, Türkiye’nin Cumhuriyet dönüşümü sıradanlaştırılmaya çalışılmakta, -21. yüzyıla ulaşan 100 yıllık- Cumhuriyet’e alternatif olarak parlatılan; Siyasal İslamcılık ve Yeni Osmanlıcılık siyaseti adına Tarih -tarihi gerçekliklere/belgelere/yaşanmışlıklara rağmen- derin tarihçiler tarafından çarpıtılmakta vede unutturulmaya çalışılmakta…

Remzi KOÇÖZ




13 Temmuz 2024 Cumartesi

TARİHTE BUGÜN (Berlin Antlaşması)

           Berlin Antlaşması, Osmanlı açısından sonun başlangıcı olurken, sonraki yıllarda Balkan savaşlarıyla elindeki son Rumeli topraklarının da kaybının önünü açacaktır.’

13 Temmuz 1878 / Berlin Antlaşması

-Osmanlı’nın Teslimiyet Belgesi-

II. Abdülhamid dönemi; 93 harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı ordusu Rus ordusundan çok zayıf sayılmaz, hatta -Haliç’te çürütülen donanma dikkate alındığında- Karadeniz’de üstün sayılırdı. Abdülhamid tarafından saraydan yönetilen savaşta, cephede savaşan komutanların destansı direnişleri olsa da 2 yılda 8 sadrazam değişikliği Rusların işine yarayacaktı. Batı cephesi/Balkanlar’da, Doğu cephesi/Kafkaslarda ordunun direniş kahramanlıkları yetersiz kalacak, Ruslar İstanbul ve Erzurum’a kadar ilerleyeceklerdi. İşin ilginç yanı cephede kahramanca çarpışan komutanlar olarak Osman ve Ahmet Muhtar Paşalara verilen Gazilik ünvanı saraydan çıkmayan Abdülhamid’e de verilecekti.

Edirne mütarekesi (31.1.1878) ardından Ruslarla imzalanan Ayastefanos/Yeşilköy antlaşması (3.3.1878) gereğince yüklü bir savaş tazminatı yanında büyük bir toprak kaybı söz konusuydu, Balkanlar ve Doğu Anadolu Rusların egemenliğine bırakılıyordu. Batılı güçler İngiltere/Fransa/Avusturya/Almanya/İtalya, “Hasta Adam” olarak niteledikleri Osmanlının mirasını Rusların tek başına paylaşmalarına sıcak bakmayıp, Berlin’de bir kongre düzenlerler (13.6.1878). Rusların da sıcak baktığı/katıldığı ve tazminat kazandığı Kongre sonucunda 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması gereğince Osmanlı topraklarının 2/5’ini (287.510 km2), nüfusunun 1/5’ini (5.5 milyon) kaybederken, 1699 Karlofça Antlaşmasından sonra en çok toprak kaybedilen bir antlaşma olacaktı. Balkanlar/Bulgaristan’dan 1 milyondan fazla insan İstanbul’a göçerken, Türkler Balkanlarda azınlık konumuna düşecekti. Kafkaslar/Gürcistan’dan da (Dedelerimizin de içinde bulunduğu muhacirler olarak) 1 milyon insan Anadolu’ya göçer.

Osmanlının kayıpları, teslimiyet belgesi niteliğindeki Berlin Antlaşması ile sınırlı kalmayacak yakın/uzak sonuçları da beraberinde getirecek, imparatorluğun ekonomik/mali çöküşünü de hızlandıracaktır.

(13 Temmuz 2024)

Remzi KOÇÖZ





Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, her tür fikri mülkiyet hakkı , tarafıma aittir.
Kaynak götermeden kullanılamaz